Mavi her zaman onun en sevdiği renk oldu. Partililerinin görmek isteyecekleri gibi kırmızı değil. O, mavi gömleğin ve mavi kravatın kendine en iyi şekilde yakıştığını düşünüyor. Bazen kendini blue jeansi içinde, gömleğin kolları geri sıvalı ve elinde kahve tasıyla tam bir halk adamı yapıyor. Tonny Blair birlikte mücadele verdiği kimselerin kızıl boyun bağıyla Tory veya Kıral Mavisi’nden vazgeçmelerine sadece gülümseyebildi. O, taktik gereği kızıl ipeği raftan almanın gerçek zamanını muhtemelen çok iyi biliyordu.
Tonny Blair bugüne kadar İşçi Partisi ( Labour ) mensuplarını çeşitli tahminlerde bulundurdu ve bulundurmaya devam ediyor. On yıl sonra bile bir çoğu için aslında bunca yıllar boyunca kimin tarafından yönetildikleri konusunda kafalarında tam bir açıklık bulunmamaktadır. Sol, en başından bu yana onun aslında ‘Tory Blair’ olduğunu ve onun modernleştirici imajının aslında son derece konsevatif olan dünya görüşünü gizlediğinden şüphelendi. Sağ ise Blair’in İngiltere’nin Avrupalılaşması ve gizliden bir yeniden paylaşımı gerçekleştirmek için şehirli orta sınıfı baştan çıkarmasından korktu. Blair giydiği mavi giysilerle tam anlamıyla İngiltere’de yerleşik bir güç olan muhfazakarların elbisesini ve ona uygun retoriklerini ( Blau-T(r)ick) çaldı ve muhafazakarları ( Tories) da en çok bununla kızdırdı. İyi bir taktisyen, kitlelerle iletişim konusunda bir usta ve birinci sınıf bir siyasi aktör olan Blair’e karşı eski metodlarla karşı durmak mümkün değildi. 1997’den bu yana muhafazakarlara karşı elde ettiği üç seçim zaferiyle onları tam anlamıyla mat etti. Öyleyse Blair’in Perşembe günü istifa edeceğini açıklamasına muhalefetin soğuk tuttukları şampanyaları ile karşılık vermesine şaşırmamak gerekir.
Önceki seçimlerde onu seçen seçmenlerinin onun gidişini görmek konusundaki sabırsızlığı Blair için acı vericiydi.Britanyalılar ondan bıkmışlardı. Reformlardan duyulan endişe, yerine getirilmeyen beklentilerin yarattığı hayal kırıklıkları, hükümetin karanlık ‘entrikalarına’ karşı hoşnutsuzluklar ve her şeyden önce Irak Savaşı sonrası meydana gelen güven kaybı Blair’in üzerinde bulunduğu zemini günbegün trajik şekilde sarstı.
Oysa on yıl önce durum ne kadar farklıydı. O zaman coşkun bir büyük dalga ‘Yeni Labour’u iktidara taşımış ve on sekiz yıllık Tory ( Muhafazakar Parti) hükümranlığını sona erdirerek, ilerlemeci politikalar için taze bir oksijen sağlamıştı. Blair hemen her zaman doğru ve ölçülü sözcükleri bulmasını biliyordu. O, istediği zaman etkileyiciliğini ortaya koyabiliyor ve karşıtlarını alçakça sırıtışıyla savunmasız bırakabiliyordu.
Kendi iktidarına karşı orta sınıfın korkularını gidermeyi başardı. Sosyalizm, sendika devleti gibi ‘eski Labour’un kavramlarını neredeyse hiç kullanmadı. Blair için sosyalizm, ‘ilerlememiz için hepimizin beraberce çalışması’ idi. Blair her iki kesimi, muhafazakar ve ilerlemeci çağdaşlarını, ‘büyük çadırının’ altında topladı. Blair ve onun Maliye Bakanı Gordon Brown, ulusal asgari ücret tespiti ve AB sosyal sözleşmesinin kabulü gibi, sosyal talepleri hemen karşıladılar. İngiliz işletmeleri için vergi kolaylığı ve büyük sermaye için uygun bir ortam yaratılması gibi işadamlarının beklentileri de aynı şekilde yerine getirildi.
Blair’in iktidara gelişinin ilk yıllarında başlattığı programlar, İngiliz solunun yirmi yıl boyunca dramatik devletleştirme programları ve sendikalara bağımlılıkarı ile halkın büyük çoğunluğuna karşı ne denli uzak kalmış olarak kendi diasporalarında yaşadıklarını ve solun iktisat politikalarına yönelik kötü imajlarını hatırlatması bakımından ilginçti.
Tories’ten ( muhafazakarlardan) daha sıkı bir tasarruf politikası sözüyle Blair ve Brown güven kazanmayı denediler. Maliyeti olmayan reformlar makbuldü. Toplumun liberalleşmesi, ‘Cool Britania’ boyası, ‘Yeni Labour’u küflü Tories’ten ayırdığı gibi eski yoldaşlardan da ayırıyordu. Söz verildiği gibi vatandaş-yasaları, İskoçya ve Galler için parlamentoların açılması, Londra’nın kendini yönetebilmesine ilişkin düzenleme ve Lordlar Kamarası’ndan soyluların uzaklaştırılması gibi anayasal yenilik sözleri yerine getirildi. Aslında gecikmiş olan ve yetersizlikler altında sorunlar yaşanan hastaneler ve devlet okulları gibi milyarlar tutarındaki altyapı yatırımları, tekrardan ‘para israfı’ suçlamasına maruz kalmamak için geciktirildi.
Kamuoyu hizmetlerinin modernleştirilmesinin yürürlüğe konulması gibi reform planları da mevcut değildi. Daha sonra Blair, elinde yeterli gücün bulunmasına rağmen reformları gerçekleştirecek ‘radikalliği’ göstermemesini ilk iktidar periyodu için ‘kayıp’ olarak değerlendirip, ne kadar pişman olduğuna dair bir açıklamada bulunmuştu. Blair’in kafasındaki ‘radikallik’, Labour’un ( İşçi Partisi) Tories ( Muhafazakarlar) iktidarında şiddetle eleştirdiği eğitim ve sağlık alanlarında piyasa denemeleriydi. ‘City-Akademileri’, ‘Vakıf Hastaneleri’ ve ticari işletilen hapishaneler, genel olarak özel sermayenin etkisi üzerinden toplumsal kurumlara uzanan, milenyumun ilk yıllarıyla birlikte şiddetli bir kavganın ateşleyicisi oldular.
Bu noktada her İngiliz Başbakanı’nın yaşamaya hakkı olan uzun bir balayından sonra başka sebeplerden dolayı da bir soğukluk meydana geldi ve bunu hızlı bir hayal kırıklığı takip etti. Vaatler ve gerçekler arasındaki uçurum bütün çıplaklığıyla ortaya çıkınca Yeni Labour aradaki açığı PR-Strategy ( Halkla İlişkiler Stratejisi) ile karşılamayı denedi. Bu strateji ile de Blair’e yalan üreten ‘deli doktoru’ tepkisi kaydedildi. Cazibeli paketle ne kadar az maaş üst üste geldiyse, o oranda İngilizler kendini havai fişek hızıyla yenileyici olarak adlandıran merkezde parlazana güvendiler. Blair’in ‘başkanlık stili’ de artan bir oranda tepki çekmeye başladı.
Başbakan ve Maliye bakanı Gordon Brown’un sürekli bir diyalog ve bazen de soğuk bir mücadele halindeki bir çeşit ikili hükümranlığı Blair döneminde ulusun yeteneği olarak karar verici oldu. Kendisini Brown’un görünmez tuzaklarından kurtaramayan Blair’in üzüntüsü pahasına. Sadece bir konuda, o da Kuzey İrlanda düğümünün çözümünde, başbakan çevresindekiler yerine kendi insiyatifini kullandı. Bu konuda Başbakan elinden gelen her şeyi yaptı ve görev süresinin bitiminde zor ulaşılan başarının meyvelerini toplayabildi. O başbakanlığı üzerine aldığında kendini hala hem memleketinde hem de uluslararası sahnede barış sağlayıcı ve ideal bir arabulucu olarak görüyordu. Neredeyse bir haçlı savaşçısı olarak biten, teröre karşı savaşta Amerika’nın İngiliz şubesi olması Blair döneminin karakteristiğine terstir. Üniversite öğrencisi iken üniformadan nefret eden ve daha 1997’de siyasal uyuşma uyarısında bulunan Blair, Downing Street’te ‘insanlık için’ hizmette askeri yöntemlerin yalnız savaşçısı durumuna dönüştü. Blair’in ülkeyi götürdüğü askeri harekat için bulmacadaki eksik kelime ‘hümanist müdahale’ idi.
Kosova - daha Bill Clinton’un zamanıydı- başlangıcı oluşturdu. Balkanlardaki olaylar onun misyonerce içgüdülerini pekiştirdi ve de dünyaya silahlı bir etkide bulunma konusunda onu emin kıldı. El Kaide pilotları ikiz kuleleri toz duman ettiğinde Blair’in Amerika’nın yanında hareket etmesi için herhangi bir Amerikan baskısına gerek yoktu. O çoktan tüfek elde kötülüğün güçlerine karşı hazırdı. Afganistan savaşı sırasında ve 2003’ten sonraki Irak işgali sonunda ‘Bush’un kaniş köpeği’ olarak karikatürize edildiği şekliyle ‘müttefiklerin’ uğursuz askeri harekatına katılmadı, bilakis o, bunu tamamen kendi arzusuyla ve tam bir inançla yaptı. Herkes böyle bir davranış şeklini onaylamasa da o ‘Doğru olan neyse’ onu yaptığından emindi. Şayet o, Irak savaşına katılım konusunda herhangi bir tereddüt yaşadıysa da bugüne kadar konuyla ilgili olarak hiç kimseye bir şey söylemedi. O, Washington ile silah kardeşliği konusunda hiç bir şüphe duymadı. O, Saddam Hüseyin’in ‘haince planlarına’ yönelik belgelerle ilgili de hiç bir şüpheye kapılmamış olsa gerekti.
Irak onun iktidarı döneminin felaketi olduğu gibi Blair’in kişisel felaketi de oldu. Irak onun uluslararası arenada oluşturduğu ününe ve de kendi halkı önündeki saygısına maloldu. Irak savaşı onun İngilere’yi Avrupa ile bütünleştirme çabalarını da boşa çıkarttı ve iç politikadaki projelerini gölgeledi, otoritesini çökertti ve Irak onu öyle bir noktaya getirdi ki, Brown’un baskısı altında Başbakanlık makamından gitmesine kadar yol açtı. Irak, İngiltere’nin son dönem tarihinin en popüler politikacısının en popüler olmayan politikacısına dönüşme sürecini hızlandırdı. Blair’in 2005’teki üçüncü Avam Kamarası seçimi Irak savaşı yüzünden Labor aleyhine gidiş tehlikesini gösterdi. Şimdi yerel yönetimler seçimlerinde Blair’in İşçi Partisi ( Labour) son yirmi yılın en kötü sonucunu elde etti.
Birçok faktör bu süreçte önemli rol oynadı, fakat hiç biri Blair’in güven kaybetmesi kadar değildi. Trajik olarak adlandırılabilecek rol değişiminde kahraman, sonunda olayın adi adamına dönüştü. Sahneden çabucak çekilmesi isteği halk tarafından daha sesli olarak söylenmeye başlandı. Bunun Blair için ne anlama geldiği yüzünden ve orada oluşan çizgilerinden okunabilmekte.
Onun zamandaşları hala Blair’in döneminin yeri ve önemi hakkında tartışıyorlar. İyi niyetliler onun için bir iflastan sözetmekten uzaklar. Blair, Brown ile birlikte küreselleşmenin gerekliliğini erken kavradı ve ülkeyi buna hazırladı. Refah alıcı çalışma isteklilerinden iyi donanımlı vatandaşlar yaptılar. O yeni şeyler denedi, halka açık hizmetleri iyileştirdi, fakirliği azalttı, suç oranını düşürdü, halkı bir arada tuttu ve çoğulcu bir Britanya için çalıştı.
Blair’i eleştirenlere göre o üç kez halkın güvenini boşa harcadı. O ne güçlülere dokunabildi ne de gerçek, radikal değişimler gerçekleştirdi. O, toplumu geri bıraktı ve o halk yalnızca borçla varlığını sürdürebildi. Toplumun üyeleri otoriter ve sürekli nasıl davranılması gerketiğini söyleyen bir devletle muhatap oldular.Avrupa ile ilşkilerin normalleşmesi konusunda verilen sözlerle ilgili o suçlu kaldı. Kabinede kadınlar hiç bir şekilde dsteklenmedi. Ve çevre ile ilgili konuları o çok geç keşfetti.
Kırallıkta bir süre daha Tony Blair üzerine tartışılabilinir. ‘Ülkenin dönüşümü’ adına yapılan kızıl kamptan mavi gömlek giyilmesi olayı hedefine tam ulaşmamış görünüyor olsa da; Blair’in, iyi taraflarıyla ve kötü taraflarıyla, son yüz yılın en önemli başbakanlarından birisi olduğu konusunda çok az şüphe var.
Kaynak: Frankfurter Rundschau
Tercüme: Kadir KON