'Batı-dışı modernleşme mümkün mü?" genel başlığı altında sorduğum beş sual, bizim modernleşmenin neresinde olduğumuza ilişkin fikir vermesi bakımından önemlidir. Gerek Kahire-Abant toplantısında sunduğum "İslam ve modernlik" adlı tebliğim, gerekse dönüşte yazdığım yazılar çeşitli eleştiriler aldı. Bu doğaldır, öyle olması da gerekir. Hepsine cevap vermek çok zor, ayrıca gerekli de değildir. Gerek görmediklerimin büyük bir bölümü konunun kendisiyle, özüyle ilgili olmayanlardır. 25 senedir bu konu üzerinde çalışan biri olarak, "modernite ve modernlik" konusunun kendisiyle doğrudan ilgili görünen 1 erkek entelektüel (Abdurrahman Arslan), 2 kadın akademisyen (Nilüfer Göle, Tülin Bumin) gösterebilirim. Hiç kuşkusuz diğerlerini küçümsemiyorum; ama bu alanda fikir yürütenler salt "modernizm veya modernizasyon" kavramlarıyla ilgilidirler. Zaten başından bu yana da Batı, bize (aydınlara, üniversitelere, eğitim sistemine, hükümete ve devletin tüm kamu kuruluş ve kurumlarına) modernliğin süreçleri ve politikalarıyla ilgilenmemiz gerektiğini telkin etmektedir. Şimdi bu ilginin odağında saydıklarım yanında STK'lar, kadın hareketleri ve araştırma merkezleri de yer almış bulunuyor. "Modernizasyon" konusunun, dördüncü baskısı yakında çıkan "Din ve Modernizm" (Yeni Akademi, 2006, İstanbul) adlı kitabımda geniş bir kritiğini yaptım. İhsan Dağı'ya katılmadığım noktalar... Ancak asıl sorun "modernizm veya modernizasyon" değildir. Sorun, temel felsefi varsayımları ile "modernite" ve hepimizin içinde bulunduğu "beşeri bir durum" olarak "modernlik"tir. Nedense aydınlarımız konunun asıl bu yönüyle hiçbir şekilde ilgili görünmüyorlar. Bu yüzden çoğu zaman eleştiri veya tartışmada sağlıklı iletişim kuramıyor, Babil kulesi insanları gibi farklı diller kullanıyoruz. Bunun son örneği Sayın İhsan Dağı'nın Zaman'da kaleme aldığı bir yazısı oldu. (6 Mart 2007) Aslında tebliğimden sonra Dağı, Kahire'de bana anlamlı sorular sormuştu. Mesela neden benim Mısırlı entelektüel Hasan Hanefi'nin görüşlerine atıfta bulunarak "insan merkezli bir dünya görüşünün Allah merkezli bir alem tasavvuru"yla uyuşmadığı; neden "birey" olmanın "Tanrı inancı veya dinle bağdaşmadığı" gibi önemli sorular. Müzakerecilerin sorularına 2 dakika içinde cevap vermem mümkün değildi. Ben İhsan Dağı'dan bu yönde eleştiri veya soru beklerken, Dağı, "İslami kimlik Batı'sız olmaz mı?" diye soruyor, sonra bizim "Batı-karşıtlığı" üzerinden bir kimlik veya çatışma teorisi geliştirmek istediğimizi ima ediyor. Hemen belirteyim, hayatım boyunca "ne Batı ne de Doğu karşıtlığı" üzerinde bir dil geliştirmeyi meşru buldum. Çünkü benim referans çerçevemde "Doğu da, Batı da Allah'ındır." "Batı'ya Batı olması hasebiyle karşıtlık içinde olmak" en hafif tabiriyle ırkçılıktır ve bu yüzden bizi kültürel ırkçılıktan hareket ederek resmeden ve resmettiği tabloya göre kendimizi algılamamızı amaçlayan oryantalizme karşı oksidentalizmi dahi anlamlı, hatta meşru saymış değilim. Kahire'deki tebliğinde Yasin Aktay'ın da gayet yerinde belirttiği gibi esasında metodik açıdan "İslam-Batı karşıtlığı" doğru değildir. Çünkü biri bir dinin, diğeri bir coğrafyanın adıdır. Batı, coğrafyadan çıkıp kendini evrensel/küresel değerler bütünü olarak tanımladığında bu karşıtlık işler hale gelir. Bu yüzden daha 1970'lerde "Doğu-Batı karşıtlığı" üzerinden bir dil kuran İstanbul Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nün temel varsayımını eleştirdim -ki ben de oradan mezunum- ve zaten sosyoloji de bu ikilemi aşamadığı için önemli bir mesafe kat edemedi. İkinci nokta Dağı'ya "el insaf" demek istiyorum. Kim bugün "İslam-Batı karşıtlığı" üzerinde bir dil ve politik stratejiler kuruyor? Batı, kendini salt bir coğrafya olarak görmüyor, aksine evrensel değerler bütünü, üstün bir kültür, biricik uygarlık olarak görüp kendi karşıtlarını oluşturuyor. Kabul edelim ki, İslam dünyası ve hatta Batı-dışı bütün toplumlar Batı'nın fiili saldırılarıyla karşı karşıya bulunuyorlar. Biz 300 senedir nefs-i müdafaa halindeyiz. Batı'nın saldırılarına karşı topraklarımızı, ülkelerimizi, bağımsızlığımızı, can, mal ve namus güvenliğimizi ve elbette bizi tarihte var kılan bütün değerlerimizi savunuyoruz. Yoksa hayal mi bütün bunlar? Yoksa koca Osmanlı İmparatorluğu güneybatıdan gelen Afrikalılar tarafından mı parçalandı? Yoksa uzaylılar mı bugün Afganistan'ı ve Irak'ı işgal etmiş bulunuyorlar? Cin taifesi mi İran'a askerî bir müdahale yapmanın hazırlığı içinde, yine yüz binlerce insanı katletmeye hazırlanıyor? Kendini ötekinin karşıtlığı üzerinden tanımlamak ve konumlandırmak hastalıklı bir kimliğe yol açar. Ma'rifetünnefs, Ma'rifetülhalk ve Marifetullah'a sahip Müslümanlar ne dün ne bugün "öteki karşıtlığı" üzerinden bir kimlik tanımlaması yapmadılar. Bu, bizim referans çerçevemizde ve düşünce geleneklerimizde olmayan bir kavramsallaştırma. Bize göre "öteki" bütün insanların düşmanı olan Şeytan'dır ve biz onun içimizde yuvalanmış olan ajanı rolündeki nefsimizin (nefs-i emmare) gayri meşru istek ve tutkularıyla mücadele ederiz. "Öteki" vardır, onunla muahede yapar, bir arada yaşarız. Pekiyi, 1991 ve 1993'te biz mi Roma ve Londra'ya koşup NATO toplantılarında "Batı'nın tehdit tanımı değişmiştir, bundan sonra Batı'nın ötekisi İslam'dır" deyip kendimizi Batı'nın karşıtı yaptık? 1993'te "medeniyetler çatışması" doktrinini Müslümanlar mı geliştirdi? Bernard Lewis, Kum medreselerinde mi molla, Huntington Ezher'de mi öğretim üyesi? İslamafobia'yı kim formüle etti? Dinler arası diyaloğa Fethullah Gülen Hocaefendi, Yusuf Kardavi, Fadlallah, Muhammed Hatemi tam destek verirken, yeni Papa neden göreve başlar başlamaz buna son verdi, arkasından "Müslümanlarla diyalog olmaz" dedi? Son birkaç sene içinde 40 bin vicdan sahibi Hollandalı ülkelerini terk etmiş bulunuyorlar. Gerekçeleri şu: "Çokkültürlülüğü hazmedemeyen, yabancılara tahammül edemeyen ve haksız yere Müslümanları aşağılamayı ve bunların üzerinden politika yürütmeyi seçen böyle bir ülkede yaşanamaz." Almanya'dan Fransa'ya, Belçika'dan İspanya'ya neden Müslümanlar güvensiz ve Avrupa'yı terk etmeye zorlanıyorlar? Müslümanlar mı "yabancı ve göçmen düşmanlığı"nı körükleyip saldırıları üzerine çekiyorlar? Ya Türkiye'nin AB üyelik sürecine ne oldu? Bu satırların yazarı dahil olmak üzere Müslüman entelektüellerin neredeyse tamamı 21. yüzyıla 3 kala üyelik sürecine tam destek verdiler. Türkiye, AB üyesi olursa ülke demokratikleşir; medeniyetler çatışması olmaz, İslam dünyası ile Batı arasında verimli bir diyalog ve işbirliği doğar diye düşündüler. Fakat Avrupa kısa zamanda hüsn-ü kuruntu içinde olduğumuzu bize hatırlattı, bir başörtüsünü bile tolere edemedi, parti kapatmalarına "kara kitaptan fetvalar" üretti. AİHM'yi, AİHS'yi karakuşi kitaba çevirmeye sevk eden amiller nedir acaba? İslam karşıtlığı olmasın. Kimliklerini "Batı karşıtlığı" üzerinden kursalardı RP'liler ve başörtülüler davalarını Avrupa mahkemesine götürürler miydi? Verili dünyayı nasıl bu kadar yanlış okuyabilmek mümkün oluyor? Müslüman entelektüeller mi Batı-karşıtlığı üzerinden bir kimlik inşa ediyor yoksa, Batı mı "İslam-karşıtlığı" üzerinden hem kimlik inşa ediyor, hem İslam ülkelerini tahakküm altında tutuyor? Eğer İhsan Dağı, bir bilgi yanlışlığı yapmıyorsa büyük bir değerlendirme hatası yapıyor. Hem Sayın Dağı bizim müdahil olmadığımız ve asla istemediğimiz bu karşıtlıkta kimin tarafında? Bütün bunlar hakikatin anlaşılması ve ayan beyan ortaya çıkması için sorunun "İslami kimlik Batı'sız olamaz mı?" şeklinde değil, "Batılı kimlik İslam'sız olamaz mı?" şeklinde sorulmasını gerektirir. Adalet, vicdan, hakkaniyet ve gerçekliğe sadakat bize bunu telkin ediyor.