Temmuzda Türkiye'de yapılan ulusal seçimler "İslâmî yönelişli" hareketlerin doğrudan hatalı olmasa da problemli olduğu şeklindeki kimi basmakalıp değerlendirmeler açısından birtakım derslerin çıkarılmasına vesile olmalıdır.

Seçim sonuçları Amerikan siyaset uzmanları arasında İslâmî hareketler hakkındaki "ortak malumat" olduğu düşünülen bir dizi önemli hususun hatalı olduğunu göstermeye devam ediyor.

Türkiye'deki seçimlerin ortaya çıkardığı en temel realite, kazanan partinin, yani Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)'nin siyasi partiler hakkındaki "İslâmî yönelişli" olarak tanımlanabilecek Batılı klişelere uymayışıdır. Türkiye'deki mücadele "İslâmî yönelişli" bir siyasi hareket ile eski tarz "Batılılaşma" ve laikleşme programlarını destekleyen Türkiye'deki siyasi elit arasında gerçekleşti. Bu eski tarz laik Batılılaşma yaklaşımının önde gelen temsilcileri askerî yetkililer ile Atatürk'ün partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)'nin liderleridir.

Birleşik Devletler halkı normalde eski tarz Batılılaşma ve laiklik programlarını savunanların İslâm dünyasında demokrasinin de güçlü savunucuları olduklarını düşünebilirler. Bununla birlikte, Türkiye'de demokrasi için asıl tehdit, demokrasinin Türkiye'nin laikliğini tehdit eder hale geldiğinin görülmesi halinde ordunun laikliği korumak için demokrasiyi askıya alma ve engelleme sorumluluğu bulunduğunu iddia eden Batılılaşma yanlısı laik askerlerden gelmektedir. Türkiye'deki seçim kampanyası eski tarz laiklerin gerçek anlamda demokrasinin destekçileri olmadıklarını göstermektedir. Modernleşme yanlısı generaller, demokrasinin laik toplum vizyonlarını tehdit edeceği gerekçesiyle dinî grupları fiilen siyasi süreçlerden uzak tutmak için çalıştılar. Türkiye'deki askeri liderler açık bir şekilde Irak'taki Saddam yönetimine benzemeseler de, Saddam'ın baskıcı rejiminin de dinî hareketlerin siyasete müdahil olmalarını engellerken tamamıyla laiklik vurgusu yaptığını hatırlatmaya değer.

Türkiye'deki mücadele, teokrasi yanlıları ile demokrasi yanlıları arasında olmadı. Asıl siyasi çekişme Amerikan politikasında da önemli olan bir mesele etrafında şekillendi. Önemli ve temel bir mesele "laikliğin" aslında nasıl anlaşılması gerektiği konusudur. Hem AKP hem de CHP laik bir siyasi sistemi desteklediklerini iddia ediyorlar, fakat laikliğin aslında ne anlama geldiğini tanımlama hususunda aralarında temel bir farklılık var. Asıl mesele, bir kişinin ferdi olarak sıkı bir şekilde bir dinî geleneğin gereklerini yerine getirirken aynı zamanda da dinî kurumların devlet yapılarından ayrı tutulduğu laik siyasi sistemin gerçek bir destekçisi olup olamayacağıdır. Bu konuya Amerikan Anayasası'nda da değinilmiştir. Anayasanın ilk tadilatında tanımlandığı gibi Birleşik Devletler'de Kilise ile devlet arasındaki ayrılık prensibi, hem bu ayrılığı hem de dini uygulamaların devlet tarafından sınırlanmaksızın icra edilebilmesini garanti altına alır. İlk tadilat (ile "laiklik") insanların hem inanç sahibi hem de laik olabileceklerini varsayar. Türkiye'deki seçim sonuçları Türklerin çoğunluğunun da bu ifadeyi aynı şekilde kabul ettiklerini, yani bir kişinin hem inanç sahibi hem de laik olabileceğini kabul ettiklerini teyit etmektedir.

Batı ve AK Parti gerçeği...

Son yıllarda "laiklik", artan bir şekilde inançsızlık veya agnostisizm ile özdeşleştirilir hale geldi. Bu durum AKP'nin Türkiye'de takındığına benzer tavırların, yani inanç sahiplerinin dinî kurumların devletten ayrı olmasının önemine yaptıkları vurgunun anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Kuzey Amerika'da, ilk defa Kilise ile devletin ayrılmasını savunan ve "kurumsal laiklik" olarak adlandırılabilecek öncüler arasında dini bütün insanlara da sıklıkla rastlanmaktaydı. "Laikler"in inançsızlar veya agnostikler olduğu şeklindeki yaygın kanaat Birleşik Devletler'de bile yenidir. Bu varsayım Türk siyasetini anlamak isteyen kişiler için, özellikle son zamanlarda problemlere yol açmaktadır. İster AKP'ye destek verenler olsun, ister AKP'ye muhalif grupları destekleyenler olsun, Türklerin çoğunluğu kendilerini Müslüman olarak tanımlamakta ve hem laik hem de inanç sahibi olmanın mümkün olduğunu kabul etmektedirler.

Temel problem şu soruyla birlikte ortaya çıkmaktadır: AKP liderleri ile destekçileri gerçekten de söyledikleri şeyi mi kastediyorlar? Acaba demokratik süreçlere sadece devletin kontrolünü ele geçirmek için mi katılıyorlar? Bir kez kontrolü ele geçirdikten sonra Türkiye'de köktenci bir İslâmî rejim mi uygulayacaklar? İslâmcı partilerin demokratik bir platformu desteklemeleriyle ilgili yaygın bir slogan şudur: "Bir adam, bir oy, bir dönem". Türkiye'de İslâmcılar değil, Batılı laikler Türk siyasetinde laikliğin kendilerine özgü bir şeklini uygulamak için demokratik sürece son vermeyi istiyorlar. Türkiye'de erken seçimi zorunlu hale getiren şey, siyasi alanda laik bir askerî müdahale tehdidiydi.

Başka bir şekilde ifade edecek olursak, AKP "İslâmî yönelişli" bir siyasi partinin ne olduğuna dair geleneksel Batılı kalıplara uymamaktadır. AKP Kemalist laik geleneği destekleyen Türkleri temsil ettiği gibi, aynı zamanda da "laikliğin" devletin vatandaşlarının dinî uygulamaları konusunda sınırlamalar getirmemesi gerektiği anlamına geldiğini de vurgulamaktadır. Birleşik Devletler'deki siyasi gelenekler açısından bakıldığında, temmuzda Türkiye'de yapılan seçimler ABD Anayasası'nın ilk tadilatındaki -sadece dinî kurumlar ile devletin birbirinden ayrı tutulması değil, aynı zamanda kamusal alanlarda da dinî kimliğin tayin ettiği kıyafetlerin giyilebilmesi gibi devletin de dinî inançların serbest bir şekilde icrasını sınırlamasının önüne geçilmesi şeklinde- "laikliğin" her iki yönüyle de kabul edilmesi olarak görülebilir.

(*) Prof. Dr. John L. Esposito, Georgetown Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve İslam Çalışmaları Bölümü öğretim üyesi. Esposito, BM'de 2004 yılında Prof. Dr. Richard Falk, Seyyid Hüseyin Nasr ile birlikte yaptığı konuşmada, Batı medyasının Müslümanlara karşı önyargı oluşturduğuna dikkat çekmiş, "11 Eylül saldırısından sonra artış gösteren İslam karşıtlığı kolay kolay ortadan kaldırılamayacak." demişti.

 

Kaynak: Zaman