Balkanlara yaptığım on günlük turdan sonra yazıyı yazarken 'aktarmaya değer ne var' sorusunun yerine 'Türkiye'nin orada görmeye değer' ne bulduğu sorusunun daha bir öne çıktığını fark ettim. Her şeyden önce, yönelimleri ne kadar çeşitli olursa olsun Balkanlardaki insani ve kültürel unsurlarla yollarımızın kesişmesi kaçınılmaz. Beş yüzyıllık Osmanlı medeniyetinin defterinin hala kapanmadığı, biraz doğu Avrupa esintisi, biraz milliyetçilik, biraz Sovyet modernliğinin İslam ve Hristiyanlıkla kurduğu girift ilişkilerin, kimliklerin mekanı Balkanlar... Bu farklı kimlikler hem çatışmanın hem de zenginleştirici bir harmoninin imkanlarına dönüşebiliyor. Balkanlılık olgusu, bizatihi Batı Avrupa'nın ötekisi olsa da Osmanlı sonrası Balkanlarda İslam bu 'ötekinin içinde ötekileştirilmiş bir kimlik'tir. Yani hala Avrupa söyleminde ötekileşmekten kurtulamayan resmi Balkanların ötekisi Müslüman unsurlar denilse yeridir.

Her şeye rağmen milliyetçilik rüzgarlarının sam yeli gibi esip geçtiği, sosyalist yönetimlere özgü kaba modernlik uğruna yok edilmek istenen Müslüman unsurlar yeni dönemin sancılarını, çelişkilerini ve de umutlarını taşıyorlar.

İstanbul hala Balkanların ufkunu dolduran bir şehir. Yönünü batı medeniyetinin modern metropollerine çevirenler için bile İstanbul adeta bir "hayal şehir", kimliğinin derinlerinden söküp atamadıklarını ya da bir yerlerde gizlediği özlemlerini kubbelerinde parıldatan bir şehir. Bu şehir, ne trafik derdiyle boğuşan ne de gecekondulaşmaya teslim olan bir şehir, onun gözünde adeta hayal şehir.

İstanbul'un ve Ankara'nın temsil ettiği iki farklı Türkiye imajı yansır Balkanlarda. Artık, Osmanlı mirası Balkanlar ismini nevzuhur "Güney Doğu Avrupa" Amerikan tanımlamasına terkettiğimiz buralara yansıyan İstanbul Osmanlıda hayat tarzı olarak somutlaşan bir kavrayışın taşa-toprağa bürünmüş halidir çoğu kez. Bunca sınır kapısına rağmen ticaretten akraba ziyaretine, siyasi etkileşimden kültürel dalgalanmaların somutlaştığı bir merkezdir. İstanbulda yükselen her akım ve değerin Balkanlara yansımaması mümkün değil.

Arnavutluk'ta başkent Tiran'dan uzakta bir köyde kurulan bir iftar çadırıdır bu İstanbul etkisi. Kendi imkanlarıyla kurduğu naylon kaplı çadırda her gün 50 kişiye verilen iftar ortamını Arnavutluk'un hiçbir yerinde görmeyecektik. İşkodra Gölü'nün kıyısında Karadğ'la sınır noktasındaki köy camisinin bahçesine yığılmış parçalanmış haldeki sarıklı, kavuklu mezar taşlarını gösterip: "Bu taşlar ulemaya ait; buranın geçmişte ne denli önemli ilim merkezi olduğunu gösteriyor. Bizim tarihimiz İstanbul'daki Osmanlı arşivlerinde, yardım edin de bu tarihi ortaya çıkaralım" diyen kök arayışının, tarih bilincinin adıdır Balkanlardaki İstanbul...

Kosova'da Osmanlıdan kalma bir tarihi yapının bahçesinde Sultan Ahmet'teki Ramazan şenliklerinin benzerini gerçekleştiren coşkudur. Üsküp'teki tarihi çarşıda iftara yaklaşınca tüm kepenklerin indirilip muhteşem bir sessizliğe bürünmesidir İstanbul ruhunun balkanlarda yansıması... Struga gölünün kenarında iftar vakti davulcunun tüm şehri gezmesi gibi... Ya da "Sırp oryantalizminin Balkanlardaki soykırımın meşrulaştırılmasındaki rolü"nü ele alan kitaba yansıyan bir entelektüel çaba...

Ankara'nın Balkanlardaki yansıması ise Kosova'da Arnavut milliyetçisi batıcı iktidarın denemesini yaptığı okullarda başörtüsü yasağına model olmaktır.

NOT: Son yazımda, Arnavutluk'taki sorunların TİKA gibi kurumlara bırakılamayacak kadar büyük olduğunu dikkat çekmemden dolayı bazı TİKA yöneticileri rahatsızlıklarını bildirdiler. Yanlış anlaşılmak istemem, TİKA'nın son dönemde yaptığı çalışmalarla bürokrasi içinde dinamik bir performans sergilemesi, istenildiğinde önemli işler başarılabileceğinin göstergesidir. Bu anlamda kimi uygulamalarda eleştiri hakkını saklı tutsak da yenikuşak kadroların dinamizmini önemsiyorum. Ancak Arnavutluk gibi pek çok yerdeki sorunlar TİKA gibi imkanları ve çalışma alanı sınırlı kurumların boyunu aşar. Türkiye'nin stratejik tercihleriyle alakalı bir yapılanma gerekir.

 

 

Kaynak: Yeni Şafak