Bir topum da direkten döndü, demek, iki gol attım abi, demekten daha revnaklı, daha havalı bir şeydi bizim için.
Direkten dönen her şutumuz, kaleciyi muhatap almamanın örtük gururuna içkin arabesk bir kadercilikti biraz da.
“Ah, ulan şu direkler de olmasa!..”
Halbuki, hep o direklere ulaşmak içindi yaptığımız ne varsa.
Çünkü biz sonradan görmeleriydik kale direklerinin.
Biz, yani, taşlardan yaptığı kalelerle sokak ortasında 'maç yapan', her geçen arabanın oyununu durdurduğu, havada uçmasın diye iki 'mika' toptan birini kesip diğerinin içine sokan kara yüzlü çocuklar…
Hijyenik ve yavşak bir zengin çocuğunu, sonraları 'meşin yuvarlak' tesmiye edilen futbol topuyla oynayabilmek için maça dahil ederdik.
Bu rüşvetimiz, topa vurmayı bilmeyen o yanakları 'yumoş' zengin çocuğunu hiçbir zaman kesmezdi; sen bekte dur, derdik; ben forvet oynayacağım, diye tuttururdu.
Sonunda, toptan ve bizden 'gizli' şekilde ortalıkta dolaşsın dursun diye, 'gizli santrfor' oynamaya ikna eder, işi tatlıya bağlardık.
Hülasa, o kadar 'gizli santrfor' oynamak zorunda kalırdı ki; kimse onu görmez, pas vermezdi.
O da, annesi çağırdığında, hiç pas almamanın 'gizli' intikamıyla, topunu alır; canına minnet koşar giderdi.
Maçın orta yerinde 'mika' (plastik) topumuzla kalakalırdık.
Biz futbol topunun, kramponun ve manitanın sonradan görmeleriydik.
Az farkla auta çıkan her şutun ardından, krampon muamelesi yaptığımız iskarpinlerimizin ucunu, birkaç kez asfalta vurduktan sonra, kaçamak bakışlarla, caddenin her iki yanındaki evlerin pencerelerini, balkonlarını panla, tiltle tarardık.
Golü ıskalamanın kusurunu iskarpinlerimizde bulduğumuz o anın ezik gururu, 'gol yapmaktan' daha cazipti.
Şutu auta giden bir futbolcu, şut çektiği kramponuna bakıp, ucunu çimlere bir-iki kez hayıflanarak vuruyorsa eğer, bilin ki; o, sokaklardan yetişmiştir.
Lakin, son zamanlarda sokak aralarından, caddelerden futbolcu pek gelmez oldu yeşil sahalara.
Modern tesislerin teknik, mekanik futbolcuları öyle soğuk, öyle aşksız oynuyorlar ki; futbol, seyirlik olmaktan her geçen gün uzaklaşıyor.
Bir Cemil Turan, bir Ali Kemal Denizci gelmez bir daha…
Yeryüzünün bütün futbolcularını yan yana getirseniz bir Maradona'yı seyretmenin zevkini vermez.
Müptelası olduğumuz dertlerdendi gol kaçırmak!..
Çünkü biz, 'Orhan Abi'nin, “Bırak dertten zevk almayı / Seni ancak seven anlar…” sözlerinde ifadesini bulan dertlere, olur olmaz dertleri eklemeyi başaran çocuklardık.
Zaten gol atan 'çocuk' manitaya bakmaz ki!
Sokakların adı konulmamış dokuz kusurlu hareketinden biridir bu; hem gol at, hem manitaya bak!
Hiç öyle şey olur mu, a salak!..
Golü atmış, işi tamama erdirmişsin işte.
Artık sen, “Ben size burada oynamayın demedim mi!...” diyerek, başına bir kova suyu boca eden komşu teyzenin eylemini, balkondan ya da perdenin arasından kıkırdayarak izleyen manitaya bile mahcup olmazsın.
Golü attın ya, eşşoğlueşşek!
Eksik olan, yarım kalan, “Ah be, nasıl kaçırdım bunu!” diyebileceğin nen kaldı?!
Manitaya gösterebileceğin yaralı, kırık bir halin mi var?
“Gol, valla gol, hem de, tam doksandan…” diye, devam eden tartışmanın en hararetli yerinde, bir gerzek arkadaşın, “Ne golü ya, taşın üzerinden geçti…” itirazı bile, taştan kalelere doksandan gol atmanın yakıcı 'uyumsuzluğunu' yaşatmaz sana.
Ah, taştan kalelerin dilsiz geometrisi!
Dile gelip, ağız tadıyla, “Doksandan gol” diyememenin ezikliğini anlatabilseydiniz keşke!
Ve, “90 tabir edilen yerden gol” ifadesini duymanın ilk hayal kırıklığı!..
“Doksan diye bi şey yokmuş o'lum. Tabirmiş o…”
“Hassittir!..”
“Valla. Dün canlı yanında spiker söyledi…”
“Yok ya! Peki neymiş?..”
“İki direğin birleştiği yer…”
“Doksandan giren top, gol değil miymiş yani?”
“Öyle değil o'lum. Gol ama, orası gerçek doksan değil, tabir sadece…”
“Gerçek adı ne?..”
“İki direğin birleştiği nokta…”
“Orası çatal değil miydi lan? Hani, en güzel şutlarımızın döndüğü yer!..”
Kaynak: Yeni Şafak