Türkiye, Kuveyt ve Mısır'da krizlere yol açan başörtüsü, 'İslam-Batı çatışması'nda da bir odağa dönüştü. Fakat sorunun sadece dış görüntü üzerinden ele alınması aklı göz ardı ediyor ve tartışma yüzeysel kalıyor.
Muhammed Nureddin'in, Türkiye'deki başörtüsü sorununu ve özellikle de başörtülü Merve Kavakçı'nın 1999'da milletvekili seçilmesiyle körüklenen krizin süreçlerini ele alan 'Başörtüsü ve Süngü' kitabını, Kuveyt'teki son başörtüsü haberiyle aynı zamanda okumam şaşırtıcı bir ironiydi. Türkiye gibi laik bir ülkede, kadına okul, üniversite ve hükümet kurumlarında başörtüsü takma izni verilmiyor.
Bir milletvekilinin başörtüsünün çıkardığı bu krizin hazmedilmesi bağlamında, Türk rejimi özellikle de İslamcıların iktidara gelmesi sonrası bir kriz yaşıyor. Zira, Kemalist ilkeleri korumaya çalışan hareketle, Türk-İslam kimliğine dönmeye çalışan büyük bir hareket arasında bir çekişme var.
Bu kitabı okurken, Kuveyt eğitim bakanının başörtüsüz kıyafetiyle ilgili Kuveyt'i meşgul eden bir haber yayımlandı. Üstelik bu tartışma, anayasasında resmi dinin İslam, yasamanın temel kaynağının da şeriat olduğunu kabul etmiş bir ülkede yaşanıyordu. Bakanın başı açık yemin etmek istemesi, başörtüsü takmasını isteyen İslamcı vekillerin protestosunu çekti; liberallerle İslamcılar arasındaki daimi çatışmayı körükledi.
Her yerde yasak artıyor
Hiçbir otoritenin diğeri karşısında galip gelemediği yarı kapalı bir sistemde, Kuveyt'te siyasetin adeti olarak hükümetle parlamento arasında erkenden bir kriz çıktı. Bu ülkede, parlamentoyla hükümet arasında ne zaman bir kriz yaşansa, genelde hükümet değişiyor; belki bakanın başörtüsü de buna sebep olabilir.
Kuveyt'te yaşanan bu olayın veya Mısır kültür bakanının başörtüsüyle ilgili açıklamaları ve bunlara eşlik eden siyasi ve medyatik gürültü gibi başka olayların, ülke sınırlarını aşan siyasi krizlere dönüştürüldüğü açık. Örneğin Mısır'da başörtüsü sorunu üzerine sürekli sosyal ve siyasi krizler çıkarılıyor. Oysa anlaşmazlık daha önce, yolsuzluk, kalkınma ve siyasi katılımla ilgili temel sorunlar etrafında körüklenirdi. Zira, başörtüsünün 1400 yıl önce 'kesinleşmiş' bir konu olduğu öngörülürdü.
Başörtüsü, sadece Arap ve İslam toplumlarında değil, özellikle de 11 Eylül olayları sonrası dünya toplumlarında da siyasi ve sosyal krizlere yol açma noktasında, İslami kimlik sorunlarının başında geliyor. Başörtüsü, İslam'la Batı arasındaki yeni çatışmada önemli bir odak haline geldi ve özgürlük, eşitlik ve demokrasi çağrısı yapan Batılı değerler için sorun oluşturmaya başladı.
Bu meydan okuyuşa bazı Avrupa ülkelerindeki eğitim kurumlarında başörtüsünün yasaklanması eşlik etti. Başörtüsü savaşları Batı'yla da sınırlı kalmadı ve bahsi geçen örneklerdeki gibi Arap ve İslam dünyasına da taşındı, sorunun boyutları genişledi.
Hatta din çerçevesinden çıkarak, ideolojik hesaplaşmaların temel parçası haline geldi. Taraflar çoğu zaman başörtüsünü birbirlerine karşı bir baskı aracı olarak kullandı. Zira başörtüsü özellikle de bazı Arap ve Körfez ülkelerindeki liberallerle İslamcılar arasındaki öz sorunlardan biri olarak görülüyor.
Liberaller son zamanlarda, başörtüsünün dikkat çekici biçimde yayılması nedeniyle seslerini yükseltmeye başladı. Zira bu durumu laiklik, dolayısıyla da ilerleme için tehdit olarak görüyorlar. Liberal teorisyenler, aydınlar hatta aktörler de bu konuda görüş bildirir oldu. Başörtüsü onlara göre geri kalmışlık, cehalet ve geriye dönüşün sembolü.
Bazı İslamcı köktencilerse saldırmakta ustalaşıyor. 'Başörtüsü takma daveti'ni halka ulaştırmak için bütün korkutma araçlarına başvuruyorlar. Bu da diğer tarafı onlardan nefret ettiriyor, inatlaşmaya sürüklüyor.
Bu durumda geriye, başörtülüleri 'çadır giymiş' ve tarihi Hz. Muhammed'in gönderildiği 7. yüzyıla gerileten 'kargalar' diye niteleyenlere veya başörtüsünü bireyi iffetli bir meleğe dönüştürmenin tek yolu olarak görenlere bir şeyler söylemek kalıyor.
'Kabuk özü unutturur'
Aslında birçoklarının dikkat etmediği orta bir görüş var. Asıl örtü aklın örtüsüdür. Akıl örtüsü kapanmamalı, konuların özüne açılmalıdır. Bugünkü hayati sorun bana göre burada saklı. Halil Cibran'ın bir asır önce yazdığı ve ümmeti 'kabuk'la oyalanmak yerine öze götürmeye çalışan şu sözünü aktarmak istiyorum: 'Gözlerimizle gördüklerimiz, bizi basiretlerimizle görmemiz gerekenlerden alıkoyan at gözlüklerinden başka bir şey değil. Kulaklarımızla duyduklarımız, kalplerimizle kuşatmamız gereken şeyleri karmaşıklaştıran gürültüden başka bir şey değil'.
Cibran, hayatın yüzeyselliğine değil, gizemlerine, dış yüzeyde görülenlere değil öze, insanların yüzlerine değil, kalplerine inanıyordu. Ben de inanıyorum ki, bizler Cibran ve diğer yenilikçilere kulak vermediğimiz gibi aklın sesini de dinlemeyeceğiz.
Kaynak: Radikal gazetesi