25 Ağustos tarihli Milliyet gazetesinde Türkiye'nin yakın siyasi gündemiyle ilgili olarak iki yabancı gözlemcinin önemli değerlendirmeleri yer aldı.  
  
Avrupa Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn, AB reformlarına hız verilmesi temennisini dile getirirken, "yapıcı diyalog ve uzlaşı ruhu"nun, "AB'ye yönelik reformlar konusunda geniş bir mutabakatın oluşturulması... açısından kilit önem" taşıdığını belirtmektedir. Macar asıllı anayasa hukukçusu Prof. Dr. Andrew Arato da, yeni anayasanın hazırlanmasında konsensüs (oydaşma) sağlanmasının gerekliliğini vurgulamaktadır. Arato, Türkiye uzmanı olmamakla beraber, özellikle Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin demokrasiye geçiş ve anayasa yapımı süreci üzerinde eserleri olan değerli bir bilim adamıdır. Her iki değerlendirme, özellikle ikincisi, 'konsensüs'ün anlamı ve Türkiye bağlamındaki gerçekleşme şansı üzerinde daha etraflı bir tahlili gerekli kılmaktadır.

Her şeyden önce, geniş kapsamlı bir sosyal mutabakat anlamına gelen konsensüs ya da oydaşma, bir demokraside politikalar üzerinde değil, yöntemler üzerinde aranmalıdır. Demokrasi, özünde, yöneticilerin serbest, dürüst ve yarışmacı seçimler yoluyla halk tarafından seçildiği bir yöntemler dizisidir. Elbette serbest ve yarışmacı seçimler şartı, bunu mümkün kılacak bir dizi kamu hürriyetinin de tanınmış ve güvence altına alınmış olmasını gerektirir. Mesela düşünce ve ifade hürriyetinin, basın hürriyetinin, değişik kaynaklardan bilgiye ulaşma hürriyetinin, dernek kurma ve siyasi örgütlenme hürriyetinin yeterince tanınmadığı bir ülkede, çok partili seçimlerin bile, seçmen kitlesi bakımından gerçek anlamda serbest bir tercihe imkân verdiği söylenemez. Demokrasiyi sadece yarışmacı seçimlere indirgeme eğilimi, milletlerarası siyaset bilimi literatüründe "seçimselcilik" (electoralism) olarak adlandırılmakta ve eleştirilmektedir.

Buna karşılık bir demokraside siyasi değerler veya politikalar üzerinde bir konsensüs aranması, gerçekçi olmadığı gibi, demokrasinin özüne de aykırıdır. Çünkü demokratik ve çoğulcu bir toplumda değişik halk kesimlerinin değişik değer, talep ve hassasiyetlere sahip olması ve bu değişik hassasiyetleri temsil eden siyasi partilerin serbestçe iktidar yarışmasına girebilmeleri doğaldır. Anayasanın belli siyasi veya ideolojik değerleri, anayasa hükmü haline getirmesi, bu serbest ve eşit yarışmayı bozar ve bazı partileri avantajlı, bazılarını ise peşinen avantajsız duruma getirir. Anayasaların ideolojik değerlerden arındırılmış, tarafsız ya da "renksiz" metinler olması gerektiği görüşünün temelinde bu gerçek vardır.

Konsensüs gerçekçi bir beklenti mi?

Konsensüs konusunda işaret edilmesi gereken bir başka husus da, pratik hayatta bu mutabakatın hiçbir zaman toplumun tümünü kapsamasının muhtemel olmayışı ve aranmasının da gerekmeyeceğidir. Her toplumda her zaman, toplumdaki yaygın mutabakatın dışında kalan gruplar vardır ve olacaktır. 1978 İspanya Anayasası gibi, mümkün olan en oydaşmacı yöntemlerle hazırlanmış bir anayasa bile, referandumda yüzde 87,9 oyla kabul edilmiştir. Bir anayasanın yüzde yüz veya ona yakın bir çoğunlukla kabul edilmesi gerektiğini ileri sürmek, toplumdaki azınlık gruplarına meşru ve evrensel ölçüleri aşan bir veto hakkı vermesi açısından demokrasinin özüne aykırıdır. Bunun yakın siyasi geçmişimizden bir örneği, üniversitelerde kıyafet serbestliği ile ilgili ve Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen anayasa değişikliğidir. Bu değişikliğe TBMM'nin değişik siyasi partilere mensup yaklaşık dörtte üç çoğunluğu (411 milletvekili) olumlu oy vermiştir. Kamuoyu araştırmaları da, Türk toplumunun yüzde 70 ile 80 arasında değişen bir çoğunluğunun üniversitelerde türban veya başörtüsü yasağına karşı olduğunu göstermektedir. Demokratik ve çoğulcu bir toplumda bundan daha güçlü bir konsensüs sağlamanın güçlüğü nazara alındığında, bu teşebbüsün sonuçsuz bırakılması, Türk demokrasisi açısından düşündürücüdür.

Bugünkü siyasi konjonktürde TBMM içinde yeni anayasa için geniş kapsamlı bir siyasi uzlaşma aranmasının ne derece gerçekçi olduğu sorulabilir. Yeni anayasa çalışmalarının kaderini tayin edecek olan siyasi tercih, Türkiye'nin, resmî ideolojinin güçlü izlerini taşıyan, Silahlı Kuvvetler'in ve yüksek yargının vesayetçi denetim rolünü hukukileştiren, sivil siyaset alanını büyük ölçüde daraltan bir anayasa ile mi, yoksa çağdaş demokratik ve hürriyetçi değerlerle uyumlu bir anayasa ile mi yoluna devam edeceğidir. Eğer ikinci şık üzerinde uzlaşma varsa, gerisi büyük ölçüde teknik teferruattan ibarettir. Bunlar üzerinde partiler arası görüşmeler ve pazarlıklar yoluyla ortalama ve makul çözümler kolayca sağlanabilir. Ama bu temel tercih üzerinde ittifak yoksa, bir kesim hâlâ "süzgeçli" ve "filtreli" bir vesayetçi demokrasinin, daha doğrusu bir "yarı demokrasi"nin devamından yana ise, uzlaşma çabalarından fazla bir sonuç beklememek gerekir. Arato'nun değerlendirmelerine ilişkin olarak bir CHP sözcüsünün, "Atatürk'ün etkisini anayasadan silmek istiyorlarsa, Cumhuriyet'in kurucu felsefesini ortadan kaldıracak düzenlemeler getireceklerse, bunda yokuz" yolundaki beyanı, bu konuda iyimser olmaya imkan vermemektedir. Eğer sayın sözcünün kastettiği, bizim hazırladığımız ve zaten şu ana kadar AK Parti'nin sahiplenmediği taslaksa, bunun içinde "Atatürk'ün etkisini anayasadan" silecek veya "Cumhuriyet'in kurucu felsefesini ortadan kaldıracak" en ufak bir düzenleme yoktur.

Rehn ve Arato'nun beyanları hakkında sayın MHP sözcüsünün dile getirdiği eleştiriler ise, gerçekten yadırgatıcıdır. Sayın sözcü Rehn'in kendini ne zannettiğini, komiser mi zannettiğini sormakta, Türkiye'yi sömürge ülkesi gibi değerlendirdiğini, dışarıdan gazel okuduğunu belirtmekte; Arato'nun düşünceleriyle ilgili olarak da Türkiye'nin danışmanlığa ihtiyacı olmadığını, bunun "sömürgeciliğe dayalı çarpık bir bakış açısı" olduğunu ifade etmektedir (Milliyet, 26 Ağustos 2008). AB'ye aday bir ülkenin demokratik gelişmelerine ilişkin olarak, AB sözcülerinin, özellikle Komisyonun Genişlemeden Sorumlu üyesinin fikir beyan etmesi kadar tabii bir şey olmadığı gibi, karşılaştırmalı anayasa hukuku alanında dünyaca tanınmış bir uzmanın kendi kişisel değerlendirmelerini ifade etmesinin de yadırganacak hiçbir yanı yoktur. Üstelik, Sayın Vural'ın, Arato'nun anayasa taslağından "Türk milletinden önce haberi" olduğu iddiasının da gerçekte en ufak bir ilgisi mevcut değildir. Columbia Üniversitesi'nde düzenlenen ve Arato'nun, Fırat'ın, benim ve daha pek çok bilim adamının katıldığı konferanstan altı ay önce, hazırlanan taslak, Türk kamuoyunda en ufak ayrıntısına kadar geceli gündüzlü tartışılmaya başlanmıştı. Nihayet, Arato'nun değerlendirmesindeki bazı bilgi ve yorum hatalarına işaret etmek gerekir. Hazırladığımız taslakta laiklik ve cumhuriyetçilikle ilgili bazı maddeler Anayasa'nın değişmez hükümleri olmaktan çıkarılmış değildir. Aksine, ilk üç madde aynen muhafaza edilmiştir. Arato'nun, değişmez hükümlere başka bazı maddelerin de eklenmesi yolundaki görüşü de tartışmaya açıktır. Anayasa Mahkemesi'nin, anayasa değişikliklerini değişmez maddelere uygunluk açısından denetlemeye kendisini yetkili gören son kararı karşısında, böyle bir değişiklik, tali kurucu iktidar yetkisini büsbütün sınırlandıracaktır. Yazarın, seçmenin yüzde 40-50'sini temsil eden partilerin dışarıda kaldığı bir parlamentonun, anayasa yapmak için "doğru bir merci" olamayacağı yolundaki görüşü, 2002 yılında seçilen TBMM bakımından doğru olmakla birlikte, seçmenlerin yüzde 85'inin temsil edildiği 2007 Meclisi bakımından doğru değildir. Arato, AK Parti'nin, TÜSİAD'ın "Anayasa konvansiyonu" önerisini reddedişini de eleştirmektedir. Oysa temsili niteliği çok şüpheli olan böyle bir kurulun anayasa yapması demokratik olmadığı gibi, öneri, sadece AK Parti tarafından değil, bütün belli başlı siyasi güçlerce soğuk karşılanmıştır. Nihayet, konsensüsün gerekliliğinin "AK Parti'nin bazı entelektüel destekçilerince maalesef küçümsenen bir kavram" olduğu iddiası da haklı görünmemektedir. Türkiye'nin mevcut şartlarında konsensüs sağlamanın gerçekçi bir beklenti olmadığını ileri sürmek, konsensüsün özünde arzulanır bir şey olmadığını söylemek demek değildir.
 

Kaynak: Zaman