İç siyaset gündemi, etrafımızda olan bitenleri izleme imkân ve fırsatlarını giderek daha fazla daraltıyor. Ancak, dünyada ve özellikle bölgemizdeki son durum dolayısıyla, dışarıda olanlara kayıtsız kalma lüksümüz yok. Zira, yanıbaşımızda patlayacak olan bombaların mayınları döşeniyor.

Geçtiğimiz hafta Şam'da toplanan Arap zirvesi, Türkiye'de hemen hiç dikkat çekmedi. Oysa, Ortadoğu'da yaşanan kriz bu zirve ile derinleşti. Zirvenin Şam'da, yani Suriye'nin ev sahipliğinde toplanması, başından beri tartışma yaratmıştı. Zirve, daha toplanmadan, Suriye'ye üzerindeki baskıların artırılmasına vesile olarak kullanıldı. Arap dünyasında ABD yanlısı rejimler, zirvenin kaderini, başından Lübnan krizine kilitleme yolu seçtiler.

Malum, Lübnan'da, geçen seneki İsrail savaşından bu yana, iktidar ve muhalefet cepheleri arasında derinleşen ayrışma dolayısıyla aylardır cumhurbaşkanı seçilemiyor. Suriye'den Lübnan krizini çözmesi için inisiyatif kullanması bekleniyor. Bu şu demek, Suriye'ye yakın muhalefet cephesinin, Suriye'nin telkini ile dize getirilmesi isteniyor. Suriye, başından beri, "Bir yandan Lübnan'a karışmamızı istemiyorsunuz, diğer yandan 'Lübnan krizini çözmek için devreye gir' diyorsunuz" diyerek bu sıkıştırmadan kurtulmaya çalışıyordu. Bu çerçevede, Lübnan meselesinin çözümünü, Arap zirvesi toplantısının önkoşulu olmasını engellemeye çalıştı. Başarılı olmadı. Sonuçta, zirveye itibar, Lübnan konusuna kilitlendi, ABD yanlısı, Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün, devlet başkanları düzeyinde katılmayarak zirveyi sabote etti.

Diğer yandan, Hariri suikastını araştırmak üzere uluslararası mahkeme kurma hazırlıkları tamamlandı. Çok yakında, BM Genel Sekreteri, mahkemenin başlatılma haberini açıklayacak. Hatırlarsanız, bu mahkeme süreci de, Suriye'yi sıkıştırma siyasetinin bir uzantısı olarak işlemişti. Lübnan, yine muhalefetin itirazı dolayısı ile, meclisten uluslararası mahkeme kurulması yönünde karar çıkaramadı, bu durumda dolambaçlı yollar izlenerek, BM kendisi inisiyatif kullandı.

Suriye ve Lübnan'daki muhalefet cephesi, her vesile ile İran yanlısı cephenin unsurları olarak takdim ediliyor. Diğer taraftan, Lübnan'daki iktidar ve onu destekleyen Arap ülkeleri söz konusu olunca, bunların bağımsız, kendi politikalarına yön veren taraflar olduğu gibi bir tablo sergileniyor. Oysa, Ortadoğu'da olan bitenleri, uluslararası ittifak sistemleri ile bağlantılı olarak değerlendireceksek, o zaman karşı cephenin de ABD yanlısı cephe olduğunu hatırlamakta fayda var.

Uzun lafın kısası, ABD'nin İran'ı hedef alan harekâtı, meşhur deyimle 'vekâleten' çatışmalar üzerinden gidiyor. ABD, İran'ı ne zaman bombalar diye fal açmak yerine, bu vekâleten çatışma alanlarındaki gelişmeleri izlemek son derece önemli. İran'a karşı doğrudan harekât yerine, İran'a atılacak bomba Lübnan'ın kendisi olabilir. İran, orada çıkacak bir çatışma alanına çekilerek savaş alanına sokulabilir. Böylesi, ABD'nin Ortadoğu politikası açısından daha 'akıllıca' olabilir. Hariri mahkemesi ve Suriye'deki Arap zirvesi etrafında daraltılan çember bu yönde işaret veriyor. Bu ihtimale karşı tek sigorta, İsrail ve İran'ın doğrudan karşı karşıya gelmesinin yaratacağı sakıncalardır.

Yine de, Lübnan'da kopacak bir çatışma, Ortadoğu açısından İran'a doğrudan harekât kadar ciddi bir kâbus senaryosudur. Geçen sene, Başbakanlığı Blair'den devralan Gordon Brown, 'Askeri işgal çözüm değil, soğuk savaş stratejisine geri dönmeliyiz' demedi mi? Neydi soğuk savaş stratejisi? Doğrudan müdahale yerine, bölgesel savaş ve çatışmalar, iç savaş ve çatışmalar, darbe girişimleri, istihbarat ve propaganda savaşları değil mi? Soğuk savaş dönemi boyunca, tüm ülkeler neler yaşadı, maliyeti ne oldu, tüm dünyada ve bölgede söz konusu olan çatışmalarda taraf olmadan, bu açıdan bir kez daha düşünmek gerekmez mi?

Bu çerçevede olmak üzere, körü körüne ABD siyaseti doğrultusunda Şam'daki zirveyi sabote etmek, Suriye'yi yalnızlaştırmak yerine, Arap dünyasında ortak ve makul bir zeminin teşkilinde aktör olarak tanıyan, ılımlı bir yol izlenmesi mümkün değil miydi?

Kaynak: Radikal