11 Eylül sonrasında ABD yönetimi, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylemişti. O zamanlar bu açıklama, ABD'nin başta El-Kaide ve Taliban rejimi olmak üzere terörizmle küresel düzeyde savaş başlatmasıyla ilişkilendirilmişti.

Zamanında Sovyet işgalini durdurmak için Afganistan'da "kutsal savaş" verenleri destekleyen ABD, Çin, Almanya, Fransa ve daha birçok ülke, bu desteğin dönüp gelip ABD'yi vurabileceğini hesaplamamıştı. 11 Eylül sonrasında terörizmden sorumlu tutulan Afganistan'ın cezalandırılması sırasında bir miktar olaylarda sorumluluğu bulunan bu ülkelerden kurulu geniş bir koalisyon ortaya çıkmıştı. ABD'nin Afganistan'daki mücadelesi, "Batılı" müttefiklerin mücadelesine dönüşebilmişti. NATO'nun kendine yeni bir görev alanı bulması dışında Afganistan'da "yeni" diye ifade edilebilecek ne değişti bilinmiyor. Bilinen şu ki, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağından kastedilen, Afganistan müdahalesine bağlı gelişmeler değilmiş. Meğer ABD yönetimi terörizmle değil, ülkelerle savaşmayı ima ediyormuş.

Irak'ta NATO'suzluk

Irak işgali, ABD'nin yeni bir küresel sistem kurma stratejisinin ikinci aşaması olarak ele alınmış gibi gözüküyor. Bu işgal yoluyla Irak'ın "Batı" ittifakına dahil olacak yeni bir idari yapıya kavuşturulması hedefleniyordu denebilir. Afganistan'da NATO destekli Karzai yönetimi, Irak'ta ABD destekli Maliki yönetimi, Lübnan'da ve Suriye'de İsrail'in "Demokles kılıcı" sayesinde geniş bir bölgenin "Batı"ya bağlanması öngörülüyordu. Bu yolla, başta enerji konusunda olmak üzere Rusya'nın ya da Rusya-Çin yakınlaşmasının çevrelenmesi tasarlanmış olabilir. Ancak, ikinci aşama olan Irak'ta ABD iki temel sorunla karşılaştı. Birincisi, daha önce Afganistan'da kendisine yardım eden ve bundan sonra da yanında yer alabileceğini dile getiren başta Fransa, Almanya ve Türkiye gibi bazı ülkeler ABD'nin Irak müdahalesinin karşısında yer aldılar. Ardından, İspanya gibi koalisyon ortakları ve en sonra da İngiltere, Irak'ta ABD'yi yalnız bıraktı. Uluslararası meşruiyetle birlikte desteği de yitiren ABD'nin Irak müdahalesi ise önce işgal girişimine, ardından da "Amerika'nın savaşı"na dönüştü. Dolayısıyla küresel stratejinin ikinci aşaması yanlış hesap olarak Bağdat'tan döndü. Bugün gelinen noktada ABD'nin Irak'ta tek başına var olma imkânı kalmamış görünüyor. Amerikalıların büyük çoğunluğu da zaten Amerikan askerlerinin Irak'ta neyin savaşını verdiklerini anlamıyor. Bununla birlikte, tümüyle çekilip gidilmesine de razı değiller. Üstelik ABD'nin Irak savaşını onaylamayanlar bile, öyle ya da böyle ABD'nin Irak'ta kalarak ortalığı denetlemesinden yana. Ama artık ABD için sürdürülebilir bir durum yok, dolayısıyla ABD Irak'ta yeniden uluslararası destek arıyor. Ama esas olarak, Irak'ı hem geçmişte hem bugün "düşman" olarak görmeyen ülkelerin bir anda ABD yanında yer almasını sağlayacak koşulların yaratılması daha acil bir ihtiyaç. Bu koşulların yaratılması bakımından işe yarayacak sihirli kavram ise yeniden terörizm olarak saptanmış gibi. Sorular zihinlere basitçe yerleşiyor, dolayısıyla yanıtlar da basit ve kesin olarak verilir hale geliyor. ABD Irak'ta neden başarılı olamadı? Direnişçiler yüzünden. Direnişçiler ne yapıyor? Terör. Bu teröristler kim? El-Kaide bağlantısı olanlar ve Şii militanlar. Nasıl oluyor da güçlü Amerikan ordusu bunları sindiremiyor? Uluslararası destek alıyorlar. Kim destekliyor? İran. İran nükleer bakımdan da terörizme destek verir mi? Kuşkusuz evet. Bu durum tüm dünyayı yeniden "İslamist terör" olarak tehdit eder mi? Gayet tabii.

Kurgu bu biçimde dizilince, İran gibi gücü küçümsenmeyecek bir ülke ile terörizm yan yana geliyor ve terörizm "Batı" bakımından daha caydırıcı bir anlam kazanıyor. İran'ın terörizme verdiği varsayılan desteğin inandırıcı boyutlara taşınması ve gerçek olduğunun açığa çıkarılması konusunda ise İsrail çaba sarf ediyor. Suriye'de Hizbullah faaliyetleri ile İran'ın finanse ettiği askerî -belki nükleer- tesisler bulunduğu gerekçesiyle askerî gövde gösterisi yapıyor. Bu haliyle İsrail, bölgedeki esas tehlikeli oyuncunun İran olduğunu ifade etmiş oluyor. Doğrusu İran'ın da kendisine yüklenen bu "düşman" kimliğine uygun davranmadığı söylenemez. İran'ın sadece ABD değil, diğer "Batı" güçleri bakımından tehdit olduğu yolundaki yoğun propaganda tuzağına ise ilk düşen Fransa dışişleri bakanı oluyor.

ABD'nin Irak'taki güçlerini azaltması, ama bölgeden tümüyle çekilmemesini sağlayacak bir formüle ihtiyacı olduğu açık. Bu konudaki en pratik aygıt ise NATO olabilir. Irak'tan çektiği askerleri Afganistan'a konuşlandırarak NATO'yu burada destekleyen İngiltere bir yandan da Rusya ve İran'ın çevrelenmesine hizmet ederken, öte yandan da ABD'yi Irak'ta yalnız bırakarak başkalarının yardıma koşmalarını hızlandırmış olabilir. Doğrusu bu konuda Fransa'nın bu kadar hevesli olabileceği tahmin edilmemiş olabilir. Meğer, G.W.Bush'un 'hiçbir şey eskisi olmayacak' dediği durum Fransa'yı da kapsıyormuş.

ABD açısından Fransa, bir nükleer güç olarak Irak'ta ABD yanında ve İran karşısında yer alması makul bir oyuncu. Üstelik Sarkozy, Fransa'yı dünya gücü yapma amacında olduğunu gizlemiyor ve bunun da ABD ile birlikte sağlanabileceğine inanıyor. Neredeyse bütün Avrupalıları, özellikle Almanları şaşırtan, ama en çok Fransızları dehşete düşüren bu ani dönüş, esasen dünya gücü olmanın yolunun Ortadoğu'dan geçtiği anlayışından ve enerji sorunsalından besleniyor. Kendi başına biri Suriye diğeri Lübnan olmak üzere iki girişimde bulunan Fransa, ABD ve belki İngilizler tarafından bir anlamda engellenmiş ve Fransa'ya, Ortadoğu'ya ABD'ye rağmen giremeyeceği hatırlatılmıştı. Bunun üzerine Fransa, Ortadoğu'ya ABD ile girmeye razı olmuş denebilir. Anlaşılan o ki, Fransa'nın NATO'nun askerî kanadına dönme arzusu da bundan kaynaklanıyor.

İran'a saldırı hayal; çünkü...

NATO'ya girmek ya da geri dönmek o kadar kolay değil. Türkiye'nin NATO üyeliği için Kore'de ABD'ye olan bağlılığını savaşarak ispat etmek zorunda kaldığı yolunda çok tartışmalar yapılır. Belki şimdi benzer bir tartışmanın kapısı Fransa için açılıyordur ve NATO askerî kanadına dönmenin bedeli, Irak'ta ABD yanında ve İran karşısında pozisyon almaktan geçiyordur. Nasıl zamanında Kore'de Türkiye kendisi için de tehdit olan komünizmle savaşmış olduğuna inanıyordu ise şimdi de Fransa nükleer tehdit ve terörizmle savaşacağına inanıyor olabilir. İran konusunda ABD ile anlaşmış görünen Fransa'nın bundan sonra diğer NATO ülkelerini ikna etmesi gerekecek, ki bunlardan biri de Türkiye. Türkiye'nin Irak'taki bir NATO'ya kimlerin askeri bulunacağına bağlı olarak itirazı olmayabilir. Fransa'ya olumlu oy vermesi için iki konudan emin olması gerekir. Bunlardan biri, Fransa'nın NATO yoluyla Irak'a gelmesi halinde PKK'yı kollamaması. Belki bu nedenle Fransa'da hummalı bir PKK tasfiye süreci yaşanıyordur. İkinci konu da, AB sürecinde engel çıkarmaması. Belki Fransa'nın AB'nin yeni üyeleri için referandum yapılmasından vazgeçmesinde NATO faktörü etkili olmuştur. Gelişmelere bu biçimde bakıldığında, aslında kimsenin İran'a saldırma derdinde olmadığı, ama İran'ın büyük bir tehdit olarak kalmasının istendiği söylenebilir. Hatta, tahrikler yoluyla İran'ı saldırgan ülke yapabilirlerse, daha da uygun olacak gibi. Çünkü ancak bu yolla Fransa NATO'ya, NATO Irak'a, ABD evine belki bir ihtimal Türkiye de AB'ye dönebilir. Ama, bir yanda Bush öte yanda Sarkozy varken en kötü ihtimaller de akıllara gelmiyor değil.

GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ

 

Kaynak: Zaman