Kainat olaylarının hayatımızda bir yeri var. Bu ikaz ve çıkışların aynı zamanda bir dili var. Uzun vadede insan ve toplum üzerindeki etkisiyle sessizce algı ve davranışlarımız üzerinde değişikliğe imkan veren, sel, deprem ve benzeri olayların ele gelmez, lehimizde olan, dünya çerçevesinden taşmayan akılla anlaşılmayan, hikmetli bir yanı olduğunu düşünüyorum.
Ancak, iş gelip insanın yapıp ettikleriyle başına gelenlere gelince, orada konuşmaya değer bir durum var. Öncelikle, suçlama düzeyindeki kolaycılıktan sıyrılmadan, yaşadığımız olaylardan hisse çıkarmamız mümkün değil.
Bir topluma ait algı ve alışkanlıkların her katmanda, değişik oranlarda karşımıza çıkması kaçınılmaz bir durumdur. Alışkanlık bahsinde kökleşerek giden bu olumsuz tavırların üzerine, eğitim düzeyinde ve olay olmadığı dönemde gitmek yerine, kazanın olmasıyla feryat eşliğinde suçlu arama ameliyesine sarılıyoruz. Bir bakıma temel sorunumuzu göstermemek için, üzerine örtü atıp, birilerini linç ederek sorunu çözmeye yöneliyoruz.
Birlikte hatırlayalım, Marmara depreminde öne çıkarılan bir müteahhit vardı. Şimdi nerede? O cezalandırılınca sorun halloldu mu? Yoksa onun öne çıkarılıp suçlanmasıyla diğerleri aradan sıyrılıp, aynı minval üzre yola devam mı ettiler?
İlk elden şunu tespit etmeliyiz ki, kontrolden hiç hazzetmeyen bir yapıya sahibiz. Millet olarak bu bizim kotlarımızda var. Denetleme ve kontrol her şeyden önce bir kültür olarak, çocukluk döneminde ele alınacak öneme haiz. Bu algının hissettirilmesi, sonrada realite olarak, görselliğe dökülmesi gerekir. Böylece her alanda yapılan işin sağlaması, işin özünden kaynaklanan bir unsur olarak zihne kazınmış olabilsin. Mesele sadece mühendislik hesaplarıyla izah edilebilecek düzeyde ele alınmaktan çok daha vahim bir aşamaya ulaşmıştır. Ölçme ve kontrol, ilköğretimden başlatılarak okutulduğunda, eğrelti otu bundan bir zarar görmeyecektir.
Bir binanın yıkılışı görüldüğünde etki anlaşılıyor, ancak sosyal meselelerde durum çok daha sarsıcı, etkisi insana yansıyarak sürüp gidiyor. Topluma sunulan her şeyin ahlaki ve aynı zamanda, gerekliyse, teknik ölçümlerden geçirilerek üretilmesi, paylaşıma sunulması gerekir.
Biliyoruz ki, ister özel alanda, ister resmi düzeyde, denetlemeler reel üzerinden değil, çok daha “kolaylaştırıcı” yöntemlerle yapılıyor. “Bir şey olmaz” ifadesi, güvenlik bahsinde bu topraklarda yaşayan insanlarda “ant” hükmündedir.
Meselenin en acı veren yanı, ölümler üzerinden malzeme edilmesidir. Öyle bir malzeme ki, acının kullanılmasıyla şahsi, ideolojik menfaat elde etmeye yönelik girişimlerin acınası tezahürleri, ölümlerden daha kalıcı acıya dönüşüyor. Akıl ve izandan kopuk insafsız saldırılar, hemen karşı kutupta karşılık buluyor ve aynı mantık üzerinden savunma tezgâhlanıyor.
Bir yanda suçun tamamıyla muhatap kılınan, istifaya zorlanan hükümet, diğer yanda bunun hükümet karşıtları tarafından sabote edildiği iddiası. İki tutumun ortak noktası, iktidarda kalma ve inme olarak beliriyor. Bu sonuca bakınca, olaydan alınacak hissenin yine “hiç”e tekabül ettiğini görüyoruz. Ayrıca acı ile yoğrulan insanlara yönelik, acının kullanılması dışında, bir görüş ve öneri mevcut değil.
Ülke olarak, bu iki çıkmazdan birine ram olmak zorunda mıyız? Sorundan kaçmak için de, kendi ihmallerimizi kadere yükleyip, kurtulma yönüne gitme uyanıklığına tevessüle yönelmemeliyiz.
Biliyoruz ki, tedbir zorunlu tevekkül baki...
Millet ve devlet olarak yapılacak işlerin başında acıları dindirmek, ihmalleri tespit etmek ve arkada kalanlara destek olmak geliyor.
Kıssadan hisse olarak, temel sağırlığımızın üzerine gitmeyi bir eğitim meselesi görüp ele almamız elzem gözüküyor.