Politika yine ısındı. Bu sıcaklık entelektüel varoluşunu politik gerilimlere bağlayan bazı çevreler için verimkârlığa açılan bir enerjiyi getiriyor. Tartışmalar, açık oturumlar, köşe yazıları havada uçuşacak; herkes eteklerindeki taşı dökecek... Sonra?  
  
Sonra, sorun şu ya da bu şekilde çözülecek, göreli bir rahatlama yaşanacak ve herkes köşesine çekilip, bir sonraki savaşın hazırlıklarına girişecek. Bu satırların yazarının da içinde bulunduğu bazıları için ise, ne tuhaftır ki politikanın ısınması ile konuşma ve yazma isteği arasında ters orantılı bir ilişki doğuyor. Aslında belki üzerinde düşünülmeye değer olan da budur. Ülkenin kültürel tarihinde politik ve apolitik haller arasında esaslı ya da ilkesel bir tartışma yaşanmış değil. Bu iki hal birbirinden bağımsız ve çoğu kez de kendiliğinden var oluyor. Politik tavırlar kendi çeşitliliği ile elbette ki daha baskın ve mutantan. Ses ile politik durum arasındaki ilişki çok eskilerde keşfedilmiş bir bağ. Bu bağı çarpıcı bir şekilde keşfedenlerden birisi de Perikles'tir. Hitabet, teatral akustik, agora'nın cümbüşü, metonimlerin ve metaforların zihinlerde yarattığı derin imlemeler; mimlerin ve pandomimlerin enerji yüklü beden kasılmaları, dik duruşlar (orthos) ve acının (pathos) eğip büktüğü bedenler ve zengin bir ritüel ve simge dünyası politikanın sözünü ettiğimiz mutantan özelliklerini ortaya koyuyor.

Apolitik durum ise alabildiğine suskun bir dünya. Ama o nispette de yaygın ve kalabalık. Bunun böyle olmasının tarihsel belirleyicileri var. Biliyoruz ki, çok yakın zamanlara kadar, politik durum sıkı kotalara tabi tutulur ve dar bir çevrenin tekelinde yürütülürdü. Diğerlerinden seslerini çıkarmamaları istenirdi. Sus ve itaat et... İlke buydu. Bir bakıma politik durum, kimin konuşacağı; kimin susacağının tayiniyle ortaya çıktı. Konuşanların azlığı ve susanların çokluğu ile seyretti.

Susma eylemi iki boyutlu bir eylem. Susanlar bir bakıma susturulanlardır. Bu pasif durum kabul görür ya da görmez. Önce susturulmaya direnmeyi gözden geçirelim. Kendisine "Sus ve itaat et" denilen bir insan, "Hayır, susmayacağım" diyebilir. İlk fırsatta da itirazi bir şeyler çıkmaya başlayacaktır. Acı'nın (pathos) dilidir bu. Feryat ve figan eder. Söz, bu feryat ve figan arasında uçuculaşır. Pathos logos'u belirsizleştirir. Susturulmaya itiraz edenlerin kolektif eylemesini ifade eden kalkışmaların etkileyici bir ses fiziği vardır. Bu ses fiziği çoğu kez söz'ü (logos)u örter. Herkesin sanki söyleyecek çok şeyi vardır. Ama çoğu kez söylenenler birbirine karışır, belirsizleşir. Bu belirsizlik kalkışmaların muzaffer olduğu trajik durumlarda da karşımıza çıkar. Spartaküs Roma'yı düşürme şansı elde ettiği zaman bu trajik durumu daha derin yaşamış olsa gerekir. Yıkma kudretine eriştiği Roma'yı yıktıktan sonra yerine ne koyacaktı? Sorunların sorunu buydu. Çözümü de karmaşık duygusallıkların sarıp sarmaladığı kalkışma halinin belirsizlikleri içinde tezahür etmiş değildi. Zaten hareketin bozgunu da o noktada başladı. Bu trajik durum Fransız Devrimi'ni fişekleyen 'Ekmek' isyanında da devam eder. Çoğu kez isyan edenler, zalim-adil ayırımına dayalı bir basitlemeyle, elit-içi bir yer değiştirmenin görece kazanımlarıyla yetinip, geri çekilirler.

KAZANDIĞIMIZDAN FAZLASINI KAYBEDİYOR MUYUZ?

olitik konuşmaya ortak olmanın sıkıntılarından birisi; politik dilin sofistikasyonları karşısında, aşağıdakilerin duyduğu derin bir boşluk ve yetersizlik durumudur. Bu dil tarihseldir ve kendine özgü müesseseleriyle birlikte hegemonik bir yapısı ve aşılmazlığı vardır. Ama daha beteri, bizatihi zor olan bu dilin içine girip; onun ustalığını edinirken; bunun kültürel maliyetinin kaçınılmaz olarak birilerini susturmaya dönüşmesidir. Bu durumu Carl Schmitt gayet net ortaya koyuyordu. Politik süreçler ve mekanizmalar "istisna koyma" ka'biliyet ve kudretiyle donanımlıdır. İşleyişi de koyduğu istisnalar üzerinden olacaktır. Politik tarihin kısm-ı azamı itibarıyla bu trajik hal devam etmiştir. Kısacası, "pathos" "orthos"a dönüşemiyordu. Pathos'un içinden gelenler zaman zaman "orthos" elde edebiliyorlardı belki, ama bu kazanım ihya edilmiş ya da yenilenmiş bir "ortodoksi" oluşturma ve buna dayalı yeni "pathos"lar doğurma pahasına gerçekleşiyordu. Mesela Cicero, pathos'un çocuğu olmakla birlikte benzersiz bir hatip olarak Roma iktidarının kirli savaşlarında kariyer yapmıştır.

Hiç kuşkusuz modernite bu dili aşağıya açık olarak yeniden tanımlamanın imkanlarını sağladı. Bir bakıma kuvvetli eşitlik vurguları üzerinden "istisna" koymayı zorlaştırmayı hedefleyen iddialı bir yapılanmadır bu. Bu da büyük ölçüde kültürel işçiliğini burjuva entelektüellerinin yaptığı telafi edici bir "onur" anlayışının etkili edebiyat ve fikirler manzumesiyle ayağa kaldırılmasına dayanır. Tabii ki içi boş bir edebiyat değildir bu. Her açılımı biraz daha yerleşik politik yapıları sarsacak; polis'in giderek kalabalıklaşan nüfuslarının ruhlarında ve zihinlerinde yankılanacaktır. Mesele kimin, artık makus talih olarak görülmeye başlayan pathos'un dışına çıkıp, "orthos" yeteneği kazanacağıyla alakalıdır. Bu noktada kritik bir kırılma daha yaşanmaktadır. Modern düşünüş "pathos" üzerinden kazanılan itibarın yerine, "pathos'tan kurtulmayı" öngören başka bir itibar anlayışını yükseltiyordu. Bu itibar ancak politik insanın eylemeleri üzerinden olabilirdi. Eski dünyada pathos, çığlıklı isyana dönüşerek politikleşebilirdi. Ama bunun arızi olduğunu biliyoruz. Ağırlıklı olan pathos'un politik olmayan bir dünyada kendi sessizliğine gömülmesi ve onu çekenlerce sahiplenilmesiydi. Kadim dünya pathos'un bu dünyada tasfiye göreceğine asla ikna olmamıştır. Onun için "acıyı bal eyleyen" yollar aramıştır. Merhamete dayalı dayanışma bu yolun başat ilkesidir. Mistik ve panteist eylemeler bu yolun yordamlarıdır. Modern kuşaklar ise "pathos"un tasfiyesine tutkuyla inanmaya başladılar. Tarihsel kazanımlar meselesi tam da bu noktada ortaya çıkar. Bu kazanımlar meselesinin hayli tartışmalı olduğu burjuva entelektüalizminin ürettiği fantazmalarla hesaplaşmasını bilen soğukkanlı bir düşünüşle görülebilir. Bu algılama bütün kötümserliğiyle modern moralistlerde tezahür eder. Acaba ne kazanılmıştır? Kazanılan şeyler ne pahasına kazanılmıştır? Bu arada kaybedilenler nelerdir? Yoksa kazandıklarımızdan daha fazlasını mı kaybediyoruz? Bu moralist bakış özellikle de İkinci Genel Savaş sonrasında politik beklentilerin nafile sonuçlarıyla etkili bir fikrî performans üzerinden hesaplaşmıştır. Hesaplaşmalar yer yer örtük, yer yer açık bir şekilde politik hal'in reddini ortaya koyar.

PAYLAŞILAMAYAN DERTLER DÖNEMİ!

cılar vardır. Ama acıların halli politik mücadelelerle sağlanamaz; olsa olsa artırılır. Moralizm ile politik hal arasındaki çatallaşmayı en güzel ortaya koyan bir örnek, ortak referans olarak "acı" karşısında Marx ve Camus'nün etkili cümleleridir. 19. yüzyılın "politik ruhu" üzerinden konuşan Marx; "Siz bu dünyada cenneti mi kurmak istiyorsunuz?" sorusuna, "pathos" üzerinden cevap veriyordu: "Hayır, bizim yapmak istediğimiz, sadece insanın bu dünyada çektiği acıların seviyesini yükseltmektir"... Gelin görün ki eski bir komünist olan Albert Camus, kendisini politik mevzilerini terk etmekle suçlayan eski dava arkadaşlarına yine pathos'a göndermede bulunarak cevap verir: "Beni acılar karşısında ilgisizlikle suçluyorsunuz. Olabilir; ama hiç değilse sizin gibi bu acıları artırmıyorum. Bu da çok şey değil midir?"... Moralite ile politik durum arasında uzlaşmaz bir gerilimin olduğu çok aşikar. Acıları tasfiye etmeye matuf her politik maceranın, pathos'a dönük politik müdahaleleri -isterseniz buna acılar üzerinden politika yapmak da diyebilirsiniz- mahkum eden bir moralizmi doğurduğunu görmek gerekir. Bu durum, bir bakıma, Camus'de de izlediğimiz üzere, hor politik müdahalelerin örselediği pathos'a itibarını iade etmeyi amaçlar. Moralist söylemde "Sizden başka bir şey istemiyoruz. Sadece acılarımıza saygı duyun" cümlesine benzer ifadelerle karşılar bizi. Her moralizm, şu ya da bu derecede politikadan kaçıştır ve evvelemirde acıyı anavatanına a-politik yuvasına kavuşturmak kaygısını güder.

Politik durum ile moral durum arasındaki bağsızlık her zaman vardı belki; ama bunu zorunlu olmaktan çıkarmayı apaçık olarak ilan eden modern zihniyet oldu. Machiavelli "amaca giden yolda her araç meşrudur" derken bu bağsızlığı ifade ediyordu. Bence daha vahimi Thomas Hobbes'un "homo homini lupus" ilkesini ilan etmesidir. Bu, daha keskin bir kopuş olarak gözüküyor. Mesela Ortaçağ Hıristiyanlığı engizisyonları ile anılır. Doğrudur. Ama aynı ortaçağ, daha aşağılarda ve daha yaygın olarak çeşitli kardeşlik topluluklarının örgütlediği ve yüzyıllarca sürdürdüğü; merhamet duygularıyla, acıları bal eyleyen insanlık durumlarını da içerir. Buradaki yaygın ilke Seneca'nın "homo homini sacre"sidir. Thomas Hobbes işte bu ilkeyi yıkmaktadır.

Modernliğin şafak sökümünden başlayarak polis'leri dolduran kalabalıklar artık eski dünyanın moral desteklerinden ve bağlarından yoksundur. Yeni formüle edilen bağlar ise eskisi kadar inandırıcı olmaktan uzaktır. Modern dünyada "pathos" elbette ki ortadan kalkmamıştır; hatta çekenler açısından ağırlaşmıştır bile. Ama daha beter olan, onca demografik yoğunlaşmalara ve yakınlaşmalara rağmen; "pathos" üzerinden insanlık durumlarını birbirine yaklaştıran bağların ortadan kalkması ve ortaya çıkan boşlukların geçirgensizleşmesiyle alakalıdır. Bizim sufilerimiz "insan insanın uzvudur" derken acının iletimini anlatıyorlardı. Bu öylesine güçlü bir iletimdir ki, acı çeken ile ona tanıklık eden arasındaki ayırım ortadan kalkar. Hatta belki bir yerde acıyı çektirene bile sirayet edebilir. Acı yok olmaz, ama paylaşılır ve hafifler. Oysa bugün ortada, perakende olarak acı çekenler, çektirenler ve buna tanık olanlar vardır sadece. Buradaki bağsızlık dikkat çekicidir. Acı çektiren, eğer sadistik eğilimleri varsa acı çekme deneyiminin yakınında durmayı isteyecek; deneyimin sonuçlarını izleyecektir. Herhalde işkenceciler böyledir. Değilse, acı çektirenler zaten acı çekme deneyiminin tamamen dışındadır ve gayri şahsi ilişkilerin hüküm sürdüğü dünyada izlerini kolayca kaybettirirler. Esas önemli olan, acıya tanıklık etmek durumunda olanlardır. Herkes tanık olmak istemeyebilir. Mesela acıya inanmayan soğumuş ruhlar, çok yakınlarında acı çekilse bile buna ilgisiz kalabilir. Hatta bu ilgisizliğini meşru bile görebilir. Sosyal teoride "sosyal kayıtsızlık" olarak tescillenen durumlardır bunlar.

ACI ÇEKİLİYOR AMA YOLU KAYIP

anıklık etmek her şeyden "dışarıda olmayı" ifade eder. Yani ortada bir mesafe sorunu vardır. Nasıl tanıklık ettiğimizi bu mesafeler belirler. Tanıklığımız, acının öznesiyle aramızdaki zorunlu mesafeleri eritme ve ona yakınlaşmamıza bağlıdır. Tanıklık edemeyenler ise mesafelerin hışmına uğrayacak ve alelade seyircilere dönüşecektir. Tanıklık etmenin bağbozumudur bizim zamanlarımız. Daha az tanık; daha çok seyirciyiz. Mesafeler alabildiğine büyümüştür. Şili'de yaşanan acılardan Tokyo'dakiler elbette anında haberdar oluyor; ama bu acıların Tokyo'yu vurmasını beklemek beyhudedir. Acı deneyimi, yerinde müdahaleyi imkansız kılan mesafeler üzerinden yoğunlaştığı zaman duyarsızlığın boyutlarının da artacağını beklemeliyiz. Nihayet, uzak acıların görsel kültürün araçları üzerinden yoğun tekrarlara dayalı bir şekilde taşınması, onu karşılayan ruhlarda bir aşınmaya ve nasırlaşmaya dönüşecektir. Bir şeyi olağanlaştırmak mı istiyorsunuz? Onu alabildiğine gösterin. Irak'taki bir intihar saldırısının kanlı manzaraları ve ağır insani maliyetleri ilk anda dehşet; sonra kanıksama, nihayet can sıkıntısı getirmiştir.

Acı çekiliyor; ama acının yolu kayıp. Pathos, politikanın basit bir malzemesi. Politik tanıklık, pathos'a tanıklık etmenin yegane ve en erdemli yolu olarak sunuluyor. Apolitik haller ise sorumsuzluk ve kaçış olarak mahkum ediliyor. Oysa politika eş anlı olarak hem acıyı araçsallaştırıyor hem de onu artırıyor. Önemli olan bu sıfır toplamlı oyunu bozmak. Politik olarak kurulacak bir dünya yok. Aslında kimsenin buna inancı da kalmadı. Acı ise baki ve şimdilik yuvasından çok uzakta. Pathos, suskun iç derinliğini ve bağlarını arıyor; pathos itibarını istiyor...
 
Kaynak: Zaman