Türkiye'nin Kuzey Irak'a yönelik askeri harekâtını ve bu harekât vesilesiyle ittifak dünyasındaki ilişkilerini değerlendirmek istediğim yazının geçen hafta yayınlanan bölümü şöyle bitiyordu: "ABD'nin Türkiye'ye 'Girebilirsiniz' derken harekâtın hedefi, süresi hakkında ayrıntılı bilgi yanında Bağdat ve Kuzey Irak liderlerinin bundan hoşnut olmayacaklarını, PKK'nın Türkiye'yi Irak içerine çekme niyetini ve daha bir dizi ihtimali öngörmemiş olduğu düşünülemez. Öyleyse nedir ABD'yi panikleten?"
Bunun cevabını anlatmak için biraz eskilere gitmemiz lazım. 1964'e, Johnson Mektubu günlerine kadar uzanılabilir, ama bugünü kavramakta Ankara'da Ecevit hükümetinin, Yunanistan'da Albaylar Cuntası'nın iktidarda olduğu ve Kıbrıs'ta Nikos Sampson darbesinin gerçekleştiği 1974'e bakmanın daha uygun olacağı kanısındayım.
Adada Elen Cumhuriyeti ilan edilmişti. Türklerin durumu dünyanın gözü önündeydi, acil müdahale kaçınılmazdı, ama garantör İngiltere dahil Batı'da kimse buna arzulu değildi. Londra'nın Ecevit'in, birlikte müdahale talebini geri çevirirken gayriresmi olarak verdiği, "Adada İngiltere'nin varlığı ve güvenliğini tehlikeye düşürecek bir girişimde bulunmaz, sınırlı bir harekât yapacak olursanız itiraz etmeyiz" mesajı üzerine Türkiye 20 Temmuz 1974'te adaya asker çıkardı. ABD-İngiltere baskısıyla ikinci günün sonunda ateşkes ilan edildi. Bu bile Türkiye'ye Trakya'dan saldırmak dahil bir dizi çılgınlığı düşünen Atina askeri cuntasını devirmeye yetti. Karamanlis hükümeti kuruldu; Sampson sahneden çekildi yerine Klerides geldi. Batı için tablo düzelmişti, sonrası toplumlar arası görüşmelere bırakılmalıydı. Cenevre'de bir araya geldi taraflar, havanda hayli su dövüldü. Adadaki Türk kuvveti kıskaç içinde bekledi. Ateşkes hattı, Kıbrıs Türklerinin güvenliğini sağlamak bir yana, askerlerin kendi güvenliklerini sağlamakta yetersizdi.
Sonuç: 2. Kıbrıs Harekâtı. Bunu, askerin 'şart' demesi üzerine siyasetin kerhen onayladığını biliyoruz.
Batı dünyasının zihnine Türkiye'nin, özellikle de Türk ordusunun emperyalist niyetler beslediği, siyaset tarafından kontrol edilemediği, pragmatist yaklaşımlarla her fırsatı emellerine ulaşma amacıyla değerlendirme eğiliminde olduğu fikri ikinci harekâtla yerleşti. TSK'nın, Sovyetlerin dağılması üzerine yeniden belirlediği ulusal güvenlik politikasının 'tehditleri hudut dışında karşılama' kararı da bölgeye yönelik niyetlerinin ifadesi sayıldı. Nitekim o tarihten sonra ABD ve onun yönlendirdiği Batı dünyası TSK'yı güçlendirecek her projeye kuşkuyla yaklaştı, siyaseti, ordu üzerindeki kontrolünü artırma konusunda hep teşvik etti.
Irak Savaşı'na kadar Amerika, tereddütleri olsa da siyasetçiler yerine askerlerle görüşmenin sorun çözmekte pratiklik sağladığını düşünüyordu. Ama 1 Mart tezkeresiyle o konuda da itimad kayboldu. Güvenlik konularında hiçbir Türk hükümetinin askere rağmen karar alamayacağını bilen Washington, öfkesini AKP iktidarına yansıtıyor görünse de, tezkerenin reddinde Mersin Limanı'nda ABD askerlerini yere yatırıp silahtan arındırma emrini veren, konu MGK gündemine geldiğinde sessiz kalmak suretiyle aleyhte tavır alan komuta karargâhının belirleyici olduğuna inandı.
Bunun TSK'nin Kuzey Irak operasyonuna yansıması ne oldu derseniz, bence 28 Şubat'ta Ankara ABD yönetimini yokladı. 'Ne zaman istersek o zaman çıkarız... Zaman izafidir...' vs. Ama boşluğun olmadığını görünce ileri gitmedi. İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecat'ın Türkiye'nin askeri harekâtının sona ermesinin hemen ardından Bağdat'a giderek Talabani'den PKK'nın ülkesine yönelik eylemlerini engelleyecek somut adımlar atmasını talep etmesinin bir manası olmalı. Washington'un PKK'yı Türkiye'ye yönelik eylemlerini sınırlayıp PEJAK etiketiyle İran'ı hedef alan eylemlere yönlendirme hesabı yapıp yapmadığını bilemeyiz... Tıpkı bazı Amerikalıların PKK yöneticileriyle görüşüp görüşmediğini, PKK'nın gönlünü almak için okyanus ötesinden uzanan bir elin PKK'nın Avrupa'da dondurulan önemli bir banka hesabının serbest bırakılmasını sağlayıp sağlandığını, PKK'nın iç çekişmelerinde bu strateji değişikliğinin etkisi olup olmadığını bilemeyeceğimiz gibi!