Tuhaf bir tartışma düzlemindeyiz. Parçalı, bağlamından koparılmış, bütünlükten yoksun yaklaşımlar... Bu parçalı gerçekler bütünün anlaşılmasını engellediği gibi toplum vicdanını da teslim alıyor, belli bir bakışı adeta dayatıyor.
Cumhuriyeti kuran seçkinlerin kendi içinde bir bütünlüklü bakış açıları, dertleri vardı. Eski olan her şey geçersiz, hatta kötü idi; medeniyet anlayışında değişim gerekiyordu. Radikal biçimde bir toplumun medeniyet algısının ve değerlerinin değişebileceğine inanmışlardı. Toplumsal maliyetine aldırmadan her alanda batılılaşmaya adeta iman etmişlerdi.
Ne var ki, Ankara'da biçilen gömlek Anadolu'ya uymadı. Artık 'deli gömleği' gibi duran projelerin, aynı bütünlük içinde ele alınmak yerine, parça parça yamalarla restore edilebileceği varsayılıyor. Bu durum bütündeki yanlışın, paradigmatik uyumsuzluğun fark edilmesini engelliyor.
Cumhuriyetin ulus inşa projesinin en sıkıntılı yanlarından biri din-devlet ilişkisinde ortaya çıktı. Bu bağlamda azınlıklar, Aleviler, Diyanet vs. görünür planda tartışmaların odağında duruyor.
Mesela Alevi sorununu modernleşme, toplumun sekülerleştirilmesi, yeni bir ulus kimliği icat etme gibi temel tasarımları anlamadan çözmek ne mümkün. Cemevlerinin statüsünü tartışırken tekke ve zaviyelere dair uygulamaları konuşmadan neyi çözmüş oluruz? Belki yeni sorunlar çıkarır.
Bu süreçte Müslüman çoğunluğun sanki bu seküler modernleşme projesinin sorumlusu gibi sürekli itham altında tutulması da, hem sorunun temelinde yatan siyasal, ideolojik ve sınıfsal yapının kavranmadığını, hem de çözüm gibi gerçek bir niyetin olmadığını gösteriyor.
Gerek Alevi meselesinde gerekse azınlıklar konusunda Diyanet bağlamında dindarlara ve Müslüman çoğunluğa yöneltilen itham; 'Vergilerimizle neden Sünniliği finanse etmek zorunda olalım?' itirazıyla temellendiriliyor.
Bu itirazın miyopluğu kadar, buna karşı çıkan dindar kesimin de din-devlet ilişkilerinde olayın ekonomik boyutuna dair önemli bir hususu tartışmaktan kaçındığı, hatta bazı temel hususlardan bihaber olduğu anlaşılıyor.
Gündeme getirilmeyen en önemli hususlardan biri devletin sadece dini ve din anlayışını tekeline almış olması değil, Müslüman çoğunluğun dini gerekçelerle kurduğu ekonomik kaynaklara da el koymuş olduğu gerçeğidir. Bunun en çarpıcı örneği Müslüman halkın kurduğu, Osmanlıdan miras kalan vakıflardır.
Azınlık vakıflarını konuşurken, camilerin devlet tarafından finanse edildiğinden itirazla haksızlığa karşı çıktığını sananların devletin el koyduğu kaynakların hesabını bildiklerini hiç sanmıyorum. Azınlıkların vakıflarına el konduğu gibi Müslüman çoğunluğun tüm maddi manevi varlığına devletin el koyduğu gerçeği önemsizleştiriliyor.
Cumhuriyet kurulduğunda, Müslümanlara ait olup da el konulan vakıf mallarının ülke topraklarının üçte ikisi civarında olduğu tahmin ediliyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Tapu ve Kadastro Kanunu kapsamında birçok vakıf malı belli kişiler adına tapuda tescil edildi. 'Vakıf zengini' tabiriyle anılan bu kesim yeni dönemin ayrıcalıklı sınıflarını oluşturdu. Böylece rejim kendine sınıfsal dayanak oluşturdu. Bu yağmadan arta kalan malvarlığı ise idari olarak iki müesseseye bağlandı: Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığı.
Tıpkı toplumun siyasal dizaynla batılılaştırılması girişiminde olduğu gibi vakıflar da yabancı uzmanlar eliyle düzenlenmiş, dini kaynaklı ekonomik birikim devlet denetimine geçirilmişti. Vakıflar kanununu düzenlemesi için dönemin ünlü hukuk uzmanı Prof. Dr. Leemann'ın Türkiye'ye davet edilmesi bu topyekun değişimin ibresini göstermesi açısından önemlidir. Medreseler de benzer bir formülasyonla gelir kaynağı olan vakıf gelirleriyle birlikte Milli Eğitim Bakanlığı'na aktarılmış, gelirlerine el konmuş ve hükmen kapatılmıştır. DEVAMI>>>