Türkiye'de politik aklın sömürgeleşmesi


 
 
Politik aklın işleyişini temsil eden kavramın "hikmet-i hükumet" olduğunu biliyoruz. Bu kavram bize Osmanlı'dan intikal etmiştir.  
 
Enderun ocaklarında uzun yıllar süren bir eğitimin sonucunda yetişen "kalemiye" zümresine mensup olan devlet adamları bu sürecin taşıyıcısıdır. Hikmet-i hükumet kavramının etkin işleyişi onun diğer devlet yapıları karşısındaki özerkliği ile doğru orantılıdır. Osmanlı tarihçiliğinin en önemli eksikliklerinden birisi, devlet müesseselerine eklektik düzeyde ve tarihsel bir blok olarak bakmasıdır. Oysa müesseseler arası ilişkiler ve dengeler dikkatli analizleri gerektiriyor. Mesela daha dikkatli bakıldığında görülmesi muhtemeldir ki, hikmet-i hükumet temelli olarak işleyen politik akıl yürütmeleri sıkıntıya sokacak olan risklerden başlıcası, onun diğer devlet kalemleriyle -"ilmiye" ve "seyfiye"- olan ilişkilerinde ince dengelerin aşınması ve bozulmasıdır.

Öncelikle "ilmiye" ve "kalemiye" arasındaki ilişkilere bakalım. Modernleşme tarihimizin en çetrefilli meselesi olarak tezahür eden ve bir basitleme doğrultusunda "din-devlet" meselesi olarak algılanan meselenin tarihsel arkaplanında, bu ilişkilendirmenin niteliği son derecede önemli bir rol oynamaktadır. Niyazi Berkes'in öncü çalışması (Türkiye'de Çağdaşlaşma) sözü edilen ilişkinin aydınlatılması konusunda ilginç ve tartışılması gereken tespitler ortaya koymaktaydı. Berkes çalışmasında, devlet maslahatının din maslahatından önce geldiğini ileri sürüyordu. Bu, antik dünyanın yaygın uygulamalarından birisi olan ve sezaopapizm olarak bilinen bir kurgunun "din-ü devlet" kavramsallaştırılmasıyla Osmanlı'ya yansıması olarak görülür. Sözü edilen ilişkiyi din-devlet ilişkisi olarak okumanın başlı başına sorunlu olduğunu düşünüyorum. Bu ayrıştırma "devlet" ile "din" maslahatları arasında yapılmış değildir. Ulemanın temsil ettiği anlamıyla din zaten devlet içi bir yapılanmadır. Ayrıştırma daha içeride "politik akıl" ile "dinî akıl" arasında yapılmıştır. Öte yandan bu ayrıştırmayı bir iktidar meselesi olarak değerlendirip; devlet maslahatının din maslahatı karşısında öncelenmesi anlamında altimetrik bir okumaya tabi tutmak da yine tartışmaya açık bir yorum meselesidir. Tersinden bir okuma ise, "din-ü devlet"i bir özdeşlik olarak okur ki, bu da başka açılardan sorunludur. Bizim daha yakın olduğumuz kavrayış ise bunun daha yatay bir eksende bir tür "ilişkilendirme" meselesi olduğunu düşünür. Yani "din-ü devlet" bir önceleme-sonralama meselesi değil, tarihsel pratikler bağlamında karşılıklı beslenmeyi mümkün kılan ve her iki alan için göreli de olsa özerkleşmeyi sağlayan bir mesafelendirmedir. Politik akıl ya da "hikmet-i hükumet", neresinden bakılırsa bakılsın, nihayetinde dünyevi bir nitelik taşır. "Hikmet-i ilahi" ise varoluş sınırlarının bu dünya ile sınırlandırılamayacak olan ve ancak metafizik düşünüş ve duyuşlarla idrak edilebilecek ölçülerini ortaya koyar. "Din-ü devlet"in kurumsallaşmış tarihsel pratikleri içinde, "hikmet-i ilahi" ile "hikmet-i hükumet" temelli akıl yürütmelerin; birbirlerinin boy aynasında, karşılıklı olarak hem bir farkındalık hem de bir öz-ayarlama tecrübesini kazandığını düşünüyorum. Süreçlerin diyalektiği tarihsel-kültürel bir araştırmayı hak edecek kadar çekicidir. Bu mesafelendirme düzgün; yani öngörüldüğü biçimiyle işlediği sürece dinin politikleşmesini, politikanın da dinselleşmesini engelleyen bir işlev görür. Yine aynı mesafe ve özerkleşmelere dayalı olarak alanların iç verimliliği maksimize edilmektedir.

ASKERÎ AKIL POLİTİKLEŞİRKEN...

Çöküş süreçlerinde ise politik akıl ile dinî akıl arasındaki mesafeler ve tanımlanmış ilişkiler bozulacak, tarihsel makas atlamalarıyla politikanın dinselleşmesi ve dinin politikleşmesine açılan hayli karmaşık sorunlar kronikleşerek bugünlere kadar gelen sıkıntılara dönüşecektir. Politikanın dinselleşmesi ve dinin politikleşmesinin, sözü edilen alanların iç özerkliğinin ve derinliğinin de yitirilmesi anlamına geldiği hesap edilmelidir. "Seyfiye-Kalemiye" ilişkileri açısından benzer bir tasarım geçerli olmuştur. Osmanlı'nın askerî gücünün kahir ekseriyetiyle zirai dünyanın nüfuslarından temellendiği biliniyor. Tımarlı ordusu daimi ve profesyonel bir ordu değildir. Profesyonel ordu olarak Kapıkulu (Yeniçeri) ordusu, Osmanlı ordusunun içinde sınırlı bir oranda yer almaktadır. Bu askerî gücün barış zamanında toprağın üretimiyle meşgul olduğu bir durumdur. Böylelikle askerî hayatın politik hayatı etkilemesinin önüne geçilmek istenmiştir. Savaş nihayetinde bir politik karardır. Bu kararı politik aklın yerine bizatihi askerî aklın alması hikmet-i hükumetin tabiatına aykırı bir durumdur. Osmanlı ordusunun kahir ekseriyetinin politik dünyanın dışında tutulması ve üretimle meşgul edilmesi politik akıl ile askerî akıl arasındaki muhtemel kısa devreleri en aza indiren bir sonuç vermiştir. Ne var ki kapıkulu ordusunun varlığı ve saray toplumuna bitişik bir şekilde yaşamasının ağır sonuçları olduğunu biliyoruz. Nitekim çöküş süreçlerinde, orijinal olarak dışarıya dönük yapılandırılmış daimi bir askerî güç olma özelliği taşıyan yeniçeri ocaklarının politikleştiği ve iç hesaplaşmalarda kullanılan silahlı bir aygıta dönüştüğü aşikardır.

Çöküş süreçlerinde, saray toplumunun içinde yer alan kalemlerin geleneksel konumlarında kaymalar yaşanmış ve aralarında kısa devrelere dönüşen kronik istikrarsızlıklar ortaya çıkmıştır. Kapitalist dinamiklerin baskısı altında periferileşen Osmanlı'nın modernleşme tarihi, sözü edilen kalemlerin saray toplumu dışında yeniden yapılanmasına yol açmıştır. Modern ordunun inşası "seyfiye" geleneklerinde bir kırılmadır. Bu kırılma en az üç noktada yaşanmıştır. İlk olarak, askerî varlık üretim dışı bir yapılanmadır. İkinci olarak ise sürekli bir yapılanmadır. Nihayet askerî aklın yeni yapılanması "fetihçi", yani dışa dönük bir açılım taşımaktan çıkıp savunmacı, yani içe dönük yeni bir nitelik kazanmıştır. Bu kırılmalar bağlamında askerî aklın politikleşmesini -bunu zaman içinde kendisini politik akılla özdeşleştiren, hatta politik aklın belirleyicisi gibi gören- kültürel ve ideolojik şekillenmeler ortaya çıkacaktır. "İlmiye"nin teşkilatlandığı medrese de aynı süreçlerde benzer bir şekilde politikleşecektir. Bu süreç kültürel düzeyde ilmiyenin kadim sofistikasyonlarının yerini, basitlemelerin almasıyla sonuçlanacaktır. Bu basitlemeler "hikmet-i hükumet" ile "hikmet-i ilahi" arasında formalist ve üstünkörü özdeşlikler kurmaya dayalı yorumlar üzerinden şekillenen yeni zihniyet modellerinin yaygınlaşması olarak tezahür eder.

KADİM KARAR ALMA SÜRECİ DEĞİŞİYOR

Politik aklın esas taşıyıcısı olan "kalemiye" ise, Tanzimat süreçlerinde "saray toplumu"nun dışına çıkacak modern bürokratik ofislerde, yine modern bürokratik kültürel dönüşümler üzerinden örgütlenmiş olarak karşımıza çıkıyor. Tanzimat süreçlerinin başlangıcında, kabaca ilk yirmi yıllık zaman diliminde Tanzimat ricalinin duruma hakim olduğu görülmektedir. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise tarihsel kulvarlarının dışına çıkmış ve politize olan diğer iki kalemin müdahaleleri baskın gelmeye başlayacaktır. "Kuleli", "31 Mart" vak'aları ve Abdülaziz ve Abdülhamid'in halline giden süreçleri yukarıdan beri vurgulanan tarihsel makas değiştirmeler ve bunun sonucunda ortaya çıkan kısa devrelerin bütünlüğü ve sürekliliği içinde okumanın daha aydınlatıcı olduğunu düşünüyorum.

Yakın dönem Türkiye sosyo-politik tarihinde gözlenen tıkanmaları, "akıl tutulmaları" olarak okumak mümkündür. Akıl tutulması en basit düzeyde aklın işleyişini zora sokan bir kararma ve buna dayalı olarak akıl yürütme zorlukları olarak görülebilir. Akıl tutulması bir alanın özgül akıl yürütme süreçlerinin başka bir tür akıl yürütme gerektiren başka alanlara transferinden kaynaklanıyor. Mesela Tanzimat adamları karar alma süreçlerinde "usulet ve suhulet" telkin ederlerdi. Bu zamana yayılmış bir ölçülülüğü, dengeyi ve hesaplılığı merkeze alan bir bakıştır. Oysa geçen yüzyılın başında İttihat ve Terakki Fırkası'nın ileri gelenleri için geçerli olan "durumun gerektirdiği vazifeyi çıkarma" ilkesidir. Bu, muharebe içinde ortaya çıkan beklenmeyen durumların gerektirdiği ani ve keskin karar almayı gerektiren; muharebenin akışı içinde hayati bir öneme sahip bir bakıştır. Sıkıntı, muharebenin içinde geçerli olan bu acilci bakışın ağırlıklı olarak "usulet ve suhulet" gerektiren politik karar alma süreçlerine aktarılmasında ortaya çıkıyor. Kültürlenmesini ateşten imtihanlar içinde ikmal eden askerilerin politikleşmesi bir bakıma sözü edilen acilci bakışın politik karar alma süreçlerine taşınmasını ifade ediyor. Politik durumun aciliyet gerektirdiği durumlar elbette ki vardır. Ama politik aklın esbab-ı mucibesi, bir bakıma, politik dünyanın aciliyet gerektirdiği keskin durumların önünü almaktır. Trajik Balkan Savaşları'nın ateşleri içinde pişen kuşakların politikaya müdahalesi, bu "acilci" bakışın yüksek bir moral üzerinden harekete geçirilmesi sonucunda ortaya çıkmış; imparatorluk mülkünün ateşe atılmasıyla; yani başka bir başka dramatik sonuca dönüşmüştür. Uyumsuzluk, politik durumların sürekli alarmlar veren yüksek aciliyetler üzerinden okunmasında somutlaşıyor. Bu okuma; kuşku, kaygı, korku yüklüdür ve "kuruluş" ve "kurtuluş" eksenlerinin arasındaki gerilimlerde kendisini hissettirir. Bu okumanın daima bir "kırmızı" ve "mavi" kuvvetleri mevcuttur. Aynı okuma, ilerleyen süreçlerinde politik durumun "patetik" sabiteler üzerinden algılandığı bir zihinsel koşullanmayı da beraberinde getiriyor. Yüksek aciliyetler, politik akıl yürütmelerin önünü kesiyor ve zaman içinde hikmet-i hükumet geleneklerinin aşınıp yok olmasına yol açıyor. Kabaca devlet gelenekleri olarak tanımlanan politik alanın özgül ve özerk kültürlenmeleri çözülüyor. Etkileri ise alabildiğine yaygın ve yoğun. O kadar ki, politik toplumsallaşmanın mukadderatını eline geçirmiş durumda. Mesela teb'anın ulusa dönüşmesi ve politik temsilde yerini bulması bir noktadan sonra bir anlam ifade etmiyor. Çünkü bizzat temsil süreçleri de mavi ve kırmızı kuvvetlerin arasındaki kurguya oturtuluyor. Bu dost-düşman arasındaki keskin bir ayırımdır. "Dost-düşman" ayırımı politik teoride C. Schmitt'in politik durumun ontolojisi olarak gösterdiği bir ayırımı çağrıştırıyor. Schmitt'in vurgusunu ontolojik mukadderatını ortaya koyan bir kesinleme düzeyinde değil ve fakat, tarihsel serencamının içinde bir durum olarak anlamak daha anlamlı ve uyarıcı olacaktır. Politik tarih böyle bir sınıra dayanabilir. Ama burada ortaya çıkan politik durumun ontolojisi değil, olsa olsa politik aklın tutulması halidir. Risk politik sınırın gerisine savrulmaktır.

POLİTİK OLANIN TASFİYESİ MÜMKÜN MÜ?

Türklerin modernleşme tarihi, politik aklın politik olmayan akıllar tarafından sömürgeleştirilmesini doğurdu. Politik durumların okunması ve politik pozisyon almalar politik aklın hesaplarının çok ötesinde ve gerisindeki uzlaşmazlıklara dayandırılıyor. Hal böyleyken okumaların ne kadar politik, pozisyon alışların ise ne kadar politik pozisyon alışlar olduğu tartışmalıdır. Özellikle de politik pozisyon alışların ne kadarının düşünceye, ne kadarının refleks göstermeye dayandığını kestirmek de güçleşiyor. Politik olarak tanımlanmış bir dünyada politika-dışı (meta-politik) ve bir bakıma da politika-öncesi (pre-politik) dünyanın hegemonyasıdır bu. İçinde yaşadığımız dünyanın politik iklimi de içerdiği pre-politik ve meta-politik temalar üzerinden politik aklı sorunlu kılan açılımları dayatıyor. Türkiye'nin politik gündemi bu tematikleri hızla ithal ediyor. Fark şurada; politik aklını muhafaza edenler bu yeni açılımları tematik düzeyde tutabilirken; bizler onları yüksek dogmalar haline getiriyor ve yeni akıl tutulmalarına doğru savruluyoruz. Kısacası tematik olan buralarda dogmatik hale geliyor.

Bu yazının amacı, politik durumun ihyası amacını gütmüyor. Tam tersine, bu satırların yazarı, çok başka gerekçelerle insanlık durumlarında politik olanın tasfiyesinin daha anlamlı olduğunu düşünüyor. Politik akıl tutulmasına dair itirazlarımız, belki son tahlilde politik durumun tasfiyesini sağlayacak süreçlerin ya bizzat politikleşerek ya da politik akıl tutulmalarının baskısı altında örselendiği içindir.
 

 

Kaynak: Zaman