Uzun zamandır kanserle mücadele eden Türkan Saylan, dün vefat etti. Allah rahmet etsin. Bir dava kadınıydı. Cüzzamla mücadelesiyle efsaneleşmişti bir bakıma. Etraflarından sert tartışmalar hiç eksik olmadığı için, dava insanlarını yaşarken doğru değerlendirmek kolay olmayabilir. Saylan, Cumhuriyet'in "kurtarıcı aydın sınıfı" misyonunu benimsemiş bir dava insanıydı.
Saylan'ın adı Ergenekon soruşturmaları kapsamında çeşitli vesilelerle gündeme geldi. O günlerde yazdığım yazılarda bir eğitimci ve tedavisi süren ağır hasta bir insan olarak Saylan'ın evindeki aramalar sırasında daha özenli bir muameleyi hak ettiği şeklindeki düşüncemi ifade etmiştim. (Sözünü ettiğim özen ve saygı, benzeri soruşturmalara maruz kalan bütün insanlara gösterilmeliydi elbette.)
Televizyon kanallarının haber programlarında vefatı duyurulurken hakkında yapılan açıklamalarda Saylan'ın, "karanlığa tahammül edememe" gibi bir özelliğine değinildi. Cumhuriyet'in kurtarıcı aydın sınıfına özgü, tanıdık bir açıklamadır bu. Saylan elbette tecrübeli bir eğitimciydi. Fakat başörtülü öğrencilere ideolojik önyargılarını dışavuran sert bir üslupla yaklaştı, onlara mesafe koydu, onları bazen ağır sözlerle suçladı. Ondan söz edilirken sarfedilen "gençleri yetiştirme ve yönlendirme" şeklindeki özelliği, benimsediği misyonu çok iyi açıklıyor.
Bir eğitimcinin eğitime açık hatta eğitilmesini gerekli görünen her kesime en uygun pedagojik usullerle yaklaşması beklenir. Ne var ki Saylan başörtülü öğrencileri "gözden çıkartmış" bir eğitimci olarak görünmekten kaçınmadı. Ergenekon Soruşturmaları kapsamında evinde arama yapıldığı günlerde basına verdiği bir röportajda, ÇYDD'nin başörtülü öğrencilere burs vermeme nedeninden söz ederken kullanmıştı bu ifadeyi: "Onlar nasılsa kolay koca buluyor."
Bunu söylerken Saylan, başörtülülere iltifat etmiyordu elbet. "Koca bulmanın" kişiliğini geliştirme yolunda, uzun hayat yolunda bir genç kız için en takdire şayan marifet ve maharet olmadığını bilmeyen biri değildi. Fakat şu yargıyı pekiştiren bir anlamı vardı sözlerinin: "Koca bulmak için başlarını örtüyorlar."
Ayşe Durakbaşa'nın "eli sopalı kadınlar" diye tasvir ettiği Kemalist kadınlar, kendilerini Osmanlı hanımlarından ayırmak için buna zorunlu oldukları gibi bir hissiyatın da etkisiyle başörtülü öğrenciler ve dini simgeler karşısındaki, modernist buyurganlığı ve tekbiçimciliği, aynı zamanda da kendisinden farklı olana hükmetme arzu ve iradesini yansıtmışlardır.
Saylan'ın çeşitli vesilelerle öne sürdüğü, başörtülü öğrencinin ÇYDD'nin bursuna ihtiyaç duymayacağı, zaten bir cemaatten burs alıyor olduğu şeklindeki iddia, kandırılmış aklı kıt (eksik etek) bir başörtülü öğrenci varsayımına dayanıyordu. Halk gibi, kadınlar konusunda da güvensiz, kötümser bir bakıştır, bu varsayımın kaynağı. "Bizi seçmeyen halk, bizim gösterdiğimiz yoldan yürümeyen kadınlar bir sürüdür ancak"; işte böyle düşünülüyor.
Onu anlatan bir cümle de, "Türkiye'nin annesi" oldu. Ne var ki Saylan Türkiye'de sadece kendi aydınlatma misyonunu onaylayan kesimlere anne olmak istedi. Gördüğü, görmek istediği Türkiye'nin ötesi yokmuş gibi sürdürdü, "yönlendirmeye dönük" çalışmalarını. Mavi yolculukların ufkundaki Türkiye'nin, Azra Erhat'ın tarihe baktığında gördüğü Anadolu'nun ötesinde hiçbir varoluş mevcut olamazdı, olmamalıydı sanki. Köylülere terkedilmiş din üzerine konuşmanın yararsız olduğu bir vadiydi, dogmatik aydınlanma coğrafyası. Bu bakışın getirdiği son noktada, tülbentli olan tülbentli olarak kalmalıdır, hükmü belirginlik kazanacaktır.
Kendilerini "kurtarıcı aydın" misyonu içinde gören kadınlar oldum olası bir devlet feminizmi zihniyetiyle yaklaşmışlardır hemcinslerine. Sözünü ettiğim zihniyetin belirgin bir özelliği, modern devlete özgü "otoriter, her şeye kadir baba" tavrıdır. Bu otoriter baba tavrı, kendi yolunu sürdürmeyen, gösterdiği yoldan sapan çocuğunu nüfustan silmeye kadar varan tepkileriyle tanınabilir.
Yazımın başında da belirttiğim gibi, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarına özgü söylemlerden beslenen bir dava kadınıydı Saylan. Kendi hayalindeki halkı muhatap alıyor, o hayale uymayan varoluşları reddediyordu. Çalışkan, özverili ve mücadeleciydi. Bütün dava insanları gibi nahif bir yanı olduğu da anlaşılıyordu. Şu var ki diyaloğa, ötekinin (zenginleştiren) sesine kapalı bir ütopyası vardı. Bizim ilgimize ve yardımımıza en çok ihtiyacı olan kişinin hangisi olduğunu nasıl bilebiliriz, diyaloğa girmeden... Keşke Türkan Saylan kendi çağdaşlık ve uygarlık ölçülerine uymadığını düşündüğü kesimlere de yöneltebilseydi ilgisini! Keşke bütün Türkiye'nin, bütün eğitim öğretim alanlarından dışlanan çocukların ve gençlerin annesi olabilseydi...