Türk seçimlerinin gerçek anlamı (1)

 
İslam'la ilgili Avro-Amerikan saplantısı, 22 Temmuz seçimlerindeki AK Parti zaferinin gerçek anlamınına dair algılamaları bloke etti. Bu nedenle, merkez Batı medyası seçim sonuçlarını politik İslam'ın karanlık gölgesinin Türkiye'nin geleceği üzerinde hakim olduğu yönünde bir yorum çizgisiyle takip etti. Böylesi bir yorum, gereksiz yere ülkedeki iç gerilimleri kızıştırmasının yanı sıra Türkiye için dış ilişkileri karmaşık hale getirmekte, özellikle Avrupa Birliği ve Birleşik Devletler ile.  
 
İdrak kabiliyeti yüksek olan, Türkiye'deki politik eğilimleri okuma sürecinde, 22 Temmuz'da yaşananları, Türk kamu oyunun Ankara'nın son yıllardaki anayasal demokrasiyi, Türk devletinin laik karakterinin temel bütünlüğünü zedelemeden şaşırtıcı bir biçimde derinleştirdiği ve genişletmesi doğrultusundaki adımlarını kucakladığı, tarihin en kararlı göstergesi olarak kutlayacaktır.

Türk demokrasisini güçlendiren sonuç

Erdoğan hükümetine bazı tepeden bakan tavsiyeler vererek değerlendirmesinde lafı dolandırmasına rağmen, The Economist, faydalı bir şekilde, AK Parti zaferini "mükemmel bir sonuç" olarak niteleyerek standart Avrupa tepkisine karşı çıktı. Bu tür aşağılamalar olmaksızın, ben de zaferi aşağıdaki temel nedenlerden ötürü mükemmel bir zafer olarak nitelendiriyorum. Her şeyden önce, sonuç, yurtiçinde ve yurtdışında çok ehemmiyetli, etkin bir politik ajandayı (özel sektörde güçlü bir ekonomik gelişme, Avrupa Birliği'ne nihai üyelik ve demokratik reform için kapsamlı bir program) teşvik eden Recep Tayyip Erdoğan da dahil, AK Parti'nin liderliğinin tümüyle tasdiki anlamına geliyordu. Bunun da ötesinde, ekseni oluşturan bu seçimler, demokratik değerleri tüm millete genişletecek yeni bir Türk politik bilinçliliğinin doğuşunu, devam eden anayasal bütünlüğün ordudan sivil kontrole devredilmesi sorumluluğunda yer değişikliğini ve Türk milliyetçiliğini, ifade ve düşünce özgürlüğü yaklaşımını daha az kısıtlayıcı bir yaklaşımla yeniden uzlaştıran bir değişimi temsil etmektedir.

Seçim sonuçları aynı zamanda, on yıllardır Türk devletinin baskıcı anti demokratik özelliklerini ve modası geçmiş, sadece dar bir şekilde korumacılığa indirgeyen dar bir laiklik anlayışına hapsetmeyi başarmış eski Türk kurulu düzeninin de artan marjinalliğinin altını net bir şekilde çizmiş oldu.

Olumlu değerlendirmeye rağmen, ilerlemek kolay olmayacaktır, garantiye alınmış olsa bile. Eski Türk kurulu düzeni, millet tarafından reddedilmesine rağmen, işin peşini bırakmayacaktır. İdaresindeki her yöntemi kullanarak, ülke üzerindeki eski imtiyazlı gücünü yeniden kazanmak için mücadele etmesi beklenebilir. Bu politik oyunun, cumhuriyetin cumhurbaşkanı seçimi sırasında nasıl ortaya döküleceğine dair bazı göstergeler var. Sadece aylar önce, Türk meclisi saygın Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanlığına aday olarak önerdiğinde, eski güçler temel muhalefet unsurlarını harekete geçirdi. Nisan ayı boyunca, birkaç Türk şehrinde büyük gösteriler düzenlendi ve absürd bir biçimde, Gül'ü cumhurbaşkanı yapmanın Türk laikliğinin ölüm habercisi olacağı iddiasında bulunuldu. Neden? Gül'ün adaylığına itiraz büyük ölçüde, eski laiklerin onun eşinin başörtü takmasının Kemalist ideallere yönelik bir saldırı ve üniversite eğitimi de dahil kamusal alanda örtünün yasaklı olduğu ısrarıyla ilintilidir.

Buradaki itiraz, Gül'ün eşinin anayasal hak olan kimliğini beyan etme hakkı nedeniyle eşinin cumhurbaşkanı adaylığı için uygun olmadığı yönünde ve aslında bu anayasal bir suç. Bu mesele, o kadar mantıksız görünüyor ki, Gül'ün gizli politik İslamcı ajandası olduğu görüşleri ile destekleniyor; ancak Gül'ün son yıllardaki eylem ve ifadeleri, görüşleri ile çelişen bu teze dair bir kanıt yok. Son ikiyüzlü iddia, cumhurbaşkanının partiler üstünde ve parti politikaları dışında biri olarak, bir uzlaşı unsuru olması gerektiği yönündeki eleştirilerle yapıldı. Bu, ikiyüzlü bir yaklaşım; çünkü Türkiye'nin son iki cumhurbaşkanları Süleyman Demirel ve Turgut Özal partilerinden bu göreve geldiler ve sorunsuz seçildiler.

Geçen mayıs ayında, sokaklardaki bu örgütlü partizan gösterilerden daha önemli olan şey, ordu tarafından laik düzeni koruma adına yöneltilen tehdidin yeniden güçlendirilmesi ve böylesi bir cumhurbaşkanının göreve gelmesini engelleyerek imtiyazları üzerinde ısrar etmesidir. Meşum bir şekilde, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, birkaç gün önce Türk Silahlı Kuvvetleri'nin görüşlerinin "günden güne değişmeyeceği" yönünde bir açıklama yaptı ve dahası, "12 Nisan'da söylediklerimizin arkasındayız. Söylediğimiz şeyleri inançla söyledik." dedi ve üstü kapalı bir şekilde seçimlerin verdiği salahiyeti, Türkiye'de cumhurbaşkanını seçecek anayasal süreci reddetti.

Gül, Türkiye için büyük şans...

Bu mesele, görünen o ki önümüzdeki haftalarda daha da ön plana çıkacak. AK Parti, Gül'ü aday gösterecek oy desteğine sahip ve bu yönde de resmi olmayan niyetleri bulunuyor. Ya, askerî liderlik dilini ısırmak zorunda kalacak, ki pek doğalarında olan bir şey değil, ya da Türkiye, bir kez olmasa da, yenilenmiş, yükselen bir gerilim süreci ile karşı karşıya kalacaktır. Ordunun direkt olarak müdahale etmesi hem tehlikeli hem de trajik olacaktır, bu müdahale adayın geri çekilmesi için bir ültimatom şeklinde olsa bile durum değişmez. Buradaki ironi, Gül'ün Türkiye'nin cumhurbaşkanlığı için yüksek oranda uygun olması, kişiliği ve deneyimi ile ilgili ciddi bir görüş ayrılılığının bulunmaması ve muhtemelen de geldiği konuma saygınlık getirebilecek en uygun kişi olmasında hemen hemen hemfikir olunmasıdır. Mesele, sağlam nedenlerden ziyade sembolik olarak ele alınıyor.

Ancak, bu seçim sürecinde büyük ölçüde önemli olan, 21. yüzyılda Türk demokrasisinin kalitesi ve rotasıdır, özellikle de AK Parti'nin demokrasinin dışlayıcı unsurları ve yapılarıyla, seçilmemiş ve anlaşılmaz yapıdaki derin devletin geliştirmeme siyaseti tarafından yöneltilen tehdit karşısındaki yaşayabilirliğidir. Başını örtenlerin, önemli pozisyonlara, güç ve nüfuza erişimini kısıtlayarak, özgür ve adil seçimlerin katılımcı demokratik uygulamalarında süreklilik sağlanamaz. Türkiye'deki politik tartışmanın ana noktası, demokratik yönetimin geleneksel anlayışı da kapsayarak İslami uygulama ve formlara genişletilip genişletilemeyeceği ve bu yönetimin etnik ve dinî azınlıklar için ulaşılır olup olmayacağıdır, özellikle de Kürtler için. Bu mesele, dolaylı olarak Türk anayasacılığının güç dengelerinin gelecekte sivil hükümet kurumlarına teslim edilip edilemeyeceği ya da Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından çizilen kırmızı hatlara dayalı olup olmayacağı yönündeki hayati soruyu da beraberinde getiriyor.

Bu yaklaşımlar içinde, seçimlerden sonra Türkiye'de belirsiz kalan şey, Türk demokrasisinin doğası ve geleceğidir, onun ayrımcı ve baskıcı özelliklerinin aşama aşama kaldırılıp kaldırılmayacağı ya da aksine halk desteğinden yoksun ve katı askerî aktivizm tarafından yeniden güçlendirilip güçlendirilmeyeceğidir. Böylesi bir güçlendirme, AK Parti'nin politik ajandasını destekleyen kamuoyunda aşırı derecede tepki görecektir. Aynı zamanda, Türk piyasasını kuşkusuz bir paniğe itecek, yabancı sermayeyi kaçıracak ve muhtemelen liranın düşüşüne neden olacak ve yeniden yüksek enflasyona dönülmesini sağlayacaktır. Daha sonraki koşullar, muhalefetin göstereceği tepkiyle aşırıcı taktiklere bağlılığı engelleyebilir. Geçmişte, en azından askerî müdahalenin ülkede politik ve ekonomik istikrar davasına hizmet ettiği iddia edilebiliyordu. Mevcut koşullar altında, en laik muhafazakarlar bile bir askerî müdahalenin, politik istikrarsızlığın tehlikeli ve öngörülemez getirileriyle sonuçlanacağı üzerinde hemfikir olacaktır. Aynı zamanda, şu noktada cumhurbaşkanlığı adaylığından caymayı tasavvur etmek de zordur. Ordu tarafından yönetim sürecine herhangi bir müdahalenin problem üretici doğası, hiç kuşkusuz halkta ani ve sert bir tepki doğuracak ve karşılığında da müdahalenin baskıcı karakterini yoğunlaştıracaktır.


 

Kaynak: Zaman