Tarihten ders alınsaydı (6)

 

Başlıkta da yazıyor, altı gün önce, 1776'daki Amerikan Devrimi'ni, o devrim sonrası Amerika'daki siyasi tartışmaları ve bugün bildiğimiz Amerikan demokrasisini kuran 1800'deki başkanlık seçimini anlatarak başladığım bu diziyi son birkaç gündür Türk demokrasisinin bugün yüz yüze bulunduğu sorunlara bağladım.
Bu bağlantıyı yaparken de hep, Amerika'nın 'kurucu babalar'ından ve 1776'daki Bağımsızlık Bildirgesi'nin yazarı Thomas Jefferson'un bir siyasi analizine gönderme yaptım. Jefferson, taa 1797'de şöyle demişti: "Amerika'da iki parti var. Halktan korkanlar partisi ile kormayanlar partisi. Başka bir deyişle, bir elit azınlığın ülkeyi yönetmesini isteyenler partisi ile halkın yönetmesini isteyenler partisi."
Aslında bu netlikte bir analiz yapabilmek, hele hele bunu 1797 gibi, demokrasi fikrinin bile doğru dürüst olmadığı yıllarda yapabilmek, 'halk egemenliği' konusunda son derece net bir kafaya sahip olmayı gerektiriyor.
Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi'nin açılışını yaparken acaba 'halk egemenliği' konusunda ne düşünüyordu?
Halife-Padişah'a rağmen bir ulusal kurtuluş savaşı vermenin, bu savaşı 'meşru' kılmanın tek yolunun o meşruiyeti halktan almak olduğunu biliyor ve görüyordu. Yani, gerçekte Türkiye'ye laiklik, 23 Nisan 1920'de, meşruiyetin kaynağının halk olduğunun kabul görmesiyle girdi. 'Türk devrimi' de esasen o gün yapıldı, yani Meclis açıldığında.
Ondan sonra Kurtuluş Savaşı yılları, savaşın ardından Lozan'da barışın kazanılması ve Cumhuriyetin ilanı, hep o devrimin doğal uzantıları.
Halka dayanılarak yapılan bir devrimin daha sonra halkın gerçekten egemen olmasından korkularak ve bu korkulara bir kısmı bugün bile hala kullanılan kimi kılıflar ('Halk cahil,
önce eğitilmesi lazım'la başlayan cümleleri eminim hepiniz duydunuz) uydurularak sürdürülmesi, tarihimizin bir gerçeği.
Bugünden bakıp Atatürk'ü türlü çeşitli şeylerle suçlamak, eleştirmek mümkün ama bana kalırsa böyle eleştiriler yapabilmek için önce Atatürk'ü aşabilmiş olmak, onun öncülüğünde yapılan 'halk devrimi'ni bugün yeni bir aşamaya taşımış olmak, Thomas Jefferson ve James Madison gibi isimlerin öncülüğünde 1780-90'larda başarılan demokratik fikri sıçramayı başaracak seviyeye gelmek gerek.
Üstelik bunları da ortalığı kırıp dökmeden, ülkede zaten varolan ayrılıkları daha da derinleştirmeden, mümkün olan en geniş ortak zemini yaratarak yapmak gerek, yani son altı-sekiz aydır yapılanın tam tersini yaparak.
Bir ön şart daha var: Demokrasiyi sadece kendin ve senin gibi düşünenler/olanlar için istememek, herkes için her zaman geçerli olacak bir özgürlükler-sorumluluklar manzumesi yaratmaya çalışmak gerek.
Türkiye'de demokrasinin bir türlü gerçekleşemiyor olmasının ana nedeni, bana soracak olursanız, siyaset kurumuna ve siyasetçiye yönelik güvensizlik. Ülkemizde siyasetin alanı çok ama çok dar. Ve şu sıralar Anayasa Mahkemesi bu alanı daha da daraltıp daraltmamayı tartışıyor. Oysa bizim ihtiyacımız tam tersi yönde, yani yasakların ve tabuların alanının daraltılması ve siyasetin alanının genişletilmesi gerek.
Ama tek başına bu da yetmez. Siyasetin bizatihi kendisini liderin belirlediği kısıtlı sayıda insanla yapılan oligarşik bir oyun olmaktan çıkartıp demokratikleştirmek de şart.
Bitmedi. Siyaseti ve siyasetçiyi, yetkinin gerçek sahibine, yani vatandaşa yaklaştırmak, aradaki mesafeyi azaltmak gerek.
Bir demokratik uzlaşma, olabilecekse, işte bu temel ilkeler etrafında ve bütün aktörlerin bizi ayıran değil birleştiren sekiz-on temel prensibe imza atmasıyla sağlanabilir ancak.
Yoksa, bir krizden diğerine sürüklene sürüklene, eski tas eski hamam gitmeye devam ederiz.
Tarihten bir ders alınacaksa, bana göre o ders budur işte.

 

Kaynak: Radikal