Tarihten ders alınsaydı (4)

 

Amerika Birleşik Devletleri'nin 'kurucu babalar'ından, 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nin, yani bir anlamda modern insan hakları beyannamesinin atasının yazarı, ABD'nin üçüncü başkanı Thomas Jefferson'un taa 1797 yılında söylediği bir sözünü aktarmıştım: "Amerika'da iki parti var. Halktan korkanlar partisi ile korkmayanlar partisi. Başka bir deyişle, bir elit azınlığın ülkeyi yönetmesini isteyenler partisi ile halkın yönetmesini isteyenler partisi."
Bu bağlamda dün Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan Partisi'nin işe 'halktan korkmayanların partisi' olarak başlayıp sonunda nasıl 'halktan korkanlar partisi' haline geldiğini anlatmaya çalıştım. Bugün sıra Adalet ve Kalkınma Partisi'nde...
Daha önce bu köşede defalarca yazdığım bir merkez-çevre analizini hatırlatmam gerek önce. Ben iddia ediyorum ki, Türkiye'nin DP'den başlayarak AKP'ye kadar son 60 yıldır kısa fasılalar dışında iktidar koltuğunda oturan bütün partilerinin ana oy deposu toplumun 'çevre'sinde yer alan insanlar. Bu partilerin ana siyasi fonksiyonu da, bu 'çevre'den mümkün olduğunca çok sayıda insanı merkeze daha yakın noktalara taşımak. Bu fonksiyonu yerine getirebilen parti iktidarını sürdürüyor, getiremeyen veya getiremez hale gelen de silinip gidiyor.
DP-AP-ANAP-AKP çizgisindeki partilerin temel fonksiyonlarını yerine getiremez hale gelmesinin bana göre birinci nedeni, iktidarda uzun süre geçirmenin getirdiği körleşme.
Aynı şeyi Türkiye'nin dört bir yanında yapabiliriz belki ama bence en iyi örnek İstanbul.
Bu şehirde size günlük turlar düzenleyip Türkiye'nin siyasi tarihini anlatabilirim. Hangi mahallenin hangi dönemin zenginlerinin mahallesi olduğunu mesela söyleyebilirim. Çevreden merkeze gelenler veya merkeze yakınken merkezin de merkezine kadar gelenler...
Her partinin kendi yarattığı bir zengin kitlesi var. Partiler bir süre sonra bu zengin kitlenin veya grubun isteklerini yerine getirmekten başka bir şey yapamaz oluyorlar. O noktada yolsuzluklar, kayırmalar başlıyor ve parti fonksiyonunu tamamlamış, daha doğrusu varoluş nedenini gerçekleştiremez, çevreden merkeze daha fazla insan taşıyamaz hale geliyor.
Başka bir deyişle, halktan korkmayanlar partisi olmaktan çıkıp kendi elitinin istekleri doğrultusunda halkı yönetmeye çalışan bir partiye dönüşüyor.
Ve tabii sonra da tarih sahnesinden çekiliyor.
Bu işin ekonomik kısmı.
Bir de, bana göre bundan daha önemli bir kısım daha var: Halktan korkmamak demek demokrasiye inanmak, sadece inanmak da yetmez, ülkede demokrasinin neden ve nasıl eksik yaşandığını doğru saptayıp bu eksikleri gidermek için harekete geçmek, tutarlı bir demokrasi, yani halktan korkmama programı uygulamak demek.
Bunu ne DP, ne AP, ne de ANAP yaptı. Bırakın yapmayı, düşünmedi bile.
Peki ya AKP?
AKP bu işin bir bölümünü, Avrupa Birliği zoruyla ve AB tarafından önüne konan program kadarıyla gerçekleştirdi.
Peki bizim demokrasi konusundaki başlıca eksiklerimiz AB'nin söyledikleri kadar mıydı?
Hayır, kuşkusuz hayır.
Mesela, bütün siyasi partilerimizi 'halktan korkan elit partisi' haline getiren siyasi partiler kanunu ve seçim kanunu hiçbir zaman gündeme gelmedi.
AB söylemeyince de yapılmadı. Oysa samimi demokrat bir parti bu konuya el atmalıydı. (Thomas Jefferson ve arkadaşlarının 1800 yılında iktidara gelir gelmez ilk yaptıkları işler bunlardı.)
Şimdi gerek Ergenekon soruşturmasıyla defalarca darbe tehdidiyle karşılaştığını öğrendiğimiz için ve gerekse hakkında bir de kapatma davası bulunduğu için AKP'yi 'demokrasi mücahidi' yerine koyan çok kişi var ama gerçek de bu: AKP demokrasiyi hiçbir zaman tam olarak içselleştiremedi, iktidarda olmayı demokrasinin kendisinden çok istedi. Tıpkı öncülü partiler gibi!
AKP'nin demokrasi âşığı olmaması, ona yönelik darbe girişimlerini veya kapatma davasını tabii ki meşru kılmaz ama bu gerçeği de unutmamalıyız: AKP, 'halktan korkmayanlar
partisi' olmaktan korkuyor!
Yarın devam edelim...

Kaynak: Radikal