Sadettin Tantan tantanalı ve şaşaalı günlerinde nufuz casusluğundan bahsetti. Tantan'ın meslek hayatında operatif boyutun dışında bir derinliği olduğuna sanmam. Veya tahlil ve analiz alanında derinleştiğinden pek emin değilim. Yine de bu bir üstünkörü değerlendirme olabilir. İçişleri bakanlığı günlerinde onunla ilgili olarak aklımızda kalan husus 'nufuz casusları' tabiri oldu. Nufuz casusluğu aslında eski bir tabir. Ve yaşanılan boyutları var. Özellikle de Soğuk Savaş günlerinde SSCB ve ABD'nin nufuz alanları ve onun da dışında nufuz casusları vardı. Bazen insan saflığından dolayı nufuz casusu olduğunun da farkına varmayabilir. Ya da başka bir ifadeyle nufuz casusluğunda samimidir. Yani kendiliğinden yapar. Onunkisi ısmarlama değildir. Bu itibarla, bazen ihanet derecesinde saflıklar olabilir. Galiba en tehlikelisi de budur. Elbette nufuz casusluğu sadece ideolojik boyutla alakalı değildir. Mesela Alamut günlerinden beri batinilerin ve batiniliğin de bir nufuz casusluğu faaliyeti olduğunu biliriz. Hasan Sabbah ve adamlarının hiyerarşik bir dailik sistemi vardı. Aynen masonluk gibi bunun da çıktıkça artan dereceleri vardı. Dolayısıyla kutuplaşma dönemlerinde bu tarz nufuz rekabeti ve casusluğu olabilir. Mehmet Eymür, yurda dönmeden önceki günlerde yaşadığı Amerika'da hazırladığı Internet sitesinde, Tantan'ın sözünü ettiği "nüfuz casuslarının", üst düzey köstebekler olduğunu öne sürmüştü. Ankara'daki siyasi çevreler de, Tantan'ın Mısır'dan yaptığı, yakında yeni bombaların patlayacağına ilişkin açıklamasının da aynı konu çerçevesinde olduğunu söylemişlerdi. Polis, istihbarat ve bürokrasiye sızmış ajanların bir listesinin elde olduğu konuşuluyormuştu."Nüfuz casusları" deyimi istihbaratçılar arasında, "Etkin konumda olan, hatırı sayılır kişi" anlamına gelirmiş. Eymür de böyle olduğunu söylemiş. "Temennim, bu ajanlıktan kastın sadece İran'la sınırlı kalmamasıdır. İstihbarat faaliyetlerinde, oyun içinde oyun vardır. Bazen 'şah' derken 'mat' olunabilir. Bunu unutmamak lazım" diye yazmış. Eh! Ne diyelim. Ustası bilir.***Nufuz casusluğu için Körfez ülkelerinin iyi bir örnek hatta laboratuvar olduğu ileri sürülüyor. İran'ın bu bölgede büyük bir nufuz casusları ağı kurduğu ileri sürülüyor. İran ile ABD arasında Irak'ta gölgeler savaşı yaşanıyor. Bu savaş çerçevesinde İran'ın Irak'taki rolüyle alakalı anonim brifinglerde ad verilmeden İran Dini Rehberi Hamaney'e işaret ediliyordu. Buna mukabilen Hamaney bir saldırıya uğramaları halinde ABD'nin her mekanda Amerikan çıkarlarını vuracaklarını söylemişti. Amerikan kaynakları bu ifadeden hemen Körfez bölgesine intikal etmişlerdi. Zira Körfez ABD'nin yumuşak karnını, İran'ın da en geniş nufuz alanını temsil ediyor. Buradaki Şii potansiyel buna imkan veriyor. Bu haberlere göre Körfez'deki Şii nufusu İran nufuzunu taşıyor. Kimi Şiiler milli ve ulus devletlerine bağlı olduklarını söyleseler de kazın ayağının öyle olmadığını herkes biliyor veya hissediyor. Elbette bütün Şiileri teşmil etmek haksızlık olur. Ama böyle bir ihtimal de var. İşte bu nufuz casusluğu tartışmaları yapılırken Körfez bölgesinin casus kaynadığına ilişkin haberlerin de ardı arkası kesilmiyor. Bunlardan birisinde şöyle deniliyor :" Sünni Arap ülkelerinin Ortadoğu'da etkisini artıran Şii İran'a karşı muhtemel saldırıda ABD ile İsrail'i destekledikleri söylentisi ayyuka çıkarken, Tahran'ın da Körfez krallıklarına misilleme yapabileceği öne sürüldü. Kuveyt'in Siyasa gazetesinin Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Katar ve Umman'ın İran'a muhtemel bombardıman için hava sahalarını İsrail'e açabileceği iddiasının ardından, eski bir üst düzey İranlı diplomat Tahran'ın Körfez'de 'uyuyan hücreler'ini harekete geçirip Şii nüfusu ayaklandırabileceğini ortaya attı. İran'ın eski Dubai elçisi ve dışişleri danışmanıyken bugün İran'dan kaçmış bir muhalif olan Adil Assadinya, Telegraph'a, şu iddialarda bulundu: 'Körfez ülkelerinde İran'a ait okul ve hastanelerde aslında İran casusu öğretmen, doktor ve hemşireler çalışıyor, bunlar Tahran'ın emriyle harekete geçecek 'uyuyan hücreler'. İran istihbaratının eğittiği ve devşirdiği bu kişiler, Körfez'de Sünni yönetimlerin dışladığı Şii nüfusu da silahlandırıyor. ABD ya da İsrail İran'a saldırırsa, bu hücreler ABD ve Avrupa ekonomik çıkarlarına saldıracak, mezhebi çatışma çıkaracak. Körfez'e kaos getirecek.' Assadinya'ya göre, Ortadoğu'nun ana ticaret limanı Dubai'de çok sayıda İranlının çalıştığı 4 bin İran işletmesi casusluk faaliyetlerine paravanlık yapıyor. İranlı ajanlar, yetkili ve diplomatları ağına düşürmek için gece kulübü ve fahişelik zinciri de yönetiyor, Körfez'de sürgündeki 500 bin İranlı iki taraflı casus olarak kullanılmaya çalışılıyor. Şiiler Bahreyn'de nüfusun yüzde 61, Yemen'de yüzde 47, Kuveyt'te yüzde 30, BAE'de yüzde 16, Suudi Arabistan'da yüzde 15'ini oluşturuyor..." ***Türkiye bu nufuz çatışmasının neresinde ? Tantan veya Eymür'ün ima ettiği gibi Türkiye'de de uyuyan İran yanlısı hücreler var mı, bilinmez ama saflık derecesinde İranı destekleyen büyük bir kitlenin varlığından söz edebiliriz. Zaman gazetesinden Nuriye Akman'ın konuştuğu emekli büyükelçilerden Ömer Ersun başka bir bağlamda Türkiye'de nükleer santrallere karşı çıkanların bir kısmının yabancı ülke ajanlarının olduğunu söylüyor. Bir kısmı da saflığından karşı çıkıyor ve yabancı ajanlar veya nufuz ajanları da halkın veya aydınların bir kesiminin saflığını kullanıyor ve tahrik ediyorlar. Bu sadece nükleer enerji konusunda değil aynı zamanda İran meselesinde de geçerli. Manipülasyonlarla iğdiş edilen milletin aklı fikri manipülatif paranoyalara takılı kalmış durumda. Bundan dolayı düşmanlığın nisbisiyle mutlakını ayırt edemiyorlar. Amiyane düşmanlık diğer alanlarda kör noktalar oluşturuyor. Amiyane düşmanlık körü körüne dostluklara yol açıyor. Bundan da İran gibi ülkeler yararlanıyor. Sözgelimi ASAM'ın İran uzmanlarından Arif Keskin Türkiye'de İran konusunda halkta böyle bir kör noktanın oluştuğuna işaret ediyor. Aktüel dergisine yapmış olduğu açıklamada Türkiye'de ciddi bir İran yanlılığının olduğuna ve bunun da anti-Amerikancılıkla beslendiğine işaret ediyor. İran buradan yola çıkarak Türkiye'yi çantada keklik olarak görüyor. İran da buradan yola çıkarak Türkiye'de hiçbir hükümetin İran karşıtı bir tavır takınamayacağını düşünüyor. Nitekim bazı gazetecilerin soruları üzerine Abdullah Gül de Mısır'da Türkiye'den katiyetle İran'a bir saldırı olmayacağının teminatını vermiş. İran'a saldırıda Türkiye topraklarının kullanılmak istenildiği spekülasyonları artarken, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, bu ihtimali tamamen dışlamıştır. Mart 2007 başlarında, Kahire'deki Arap Birliği'nin toplantısının özel davetlisi olan Gül, Genel Sekreter Amr Musa ile görüşmesi sonrası 'İran'a saldırı olursa Türkiye ne yapar' sorusuyla karşılaştı. Gül, "Türkiye'den komşularına hiçbir zaman saldırı söz konusu değildir, bu olmamıştır da..." cevabını verecektir. Gül, Ankara'ya dönüşünde ise Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi'nin İran'a muhtemel yaptırım kararına tavrı sorulunca, "Niye acelemiz olacak ki. Herkes ne yapıyorsa, biz de yaparız. Komşularımızla ilgili yaklaşımımızın daha dikkatli olmasından daha tabii bir şey yok. BM kararı tüm üyeler için bağlayıcı" cevabını veriyordu. Elbette tek yanlı değil de karşılıklı olarak bu hassasiyetin korunmasında ve gözetilmesinde sayısız faydalar var. Dikkat edilmesi gereken nokta, iyi niyetin saflık derecesine ulaşmamasıdır. Ve dolayısıyla suistimale konu edilmemesinde. Bizim saflığımız başkalarının uyanıklığını tetikleyebilir ve bunun sonucunda iki taraf da zarar görebilir. Burada her zaman bütün seçenekler masada olması gerekir. Denildiği gibi 'sulhu sükün istiyorsan cenge hazır ol'. Bu bağlamda bir iki örnekv ermek gerekirse Hüseyin Hatemi'nin Zaman'da Nuriye Akman'a sözlerinden bir kesit arz edebiliriz (5 Mart 2007) : "Halbuki İran'da atom silahına sahip olma hırsı yoktur. Belki şu vardır. Demin söylediğim gibi atom silahına sahip olduğu zannını uyandırmak ki İsrail ve Amerika ona saldırmakta tereddüt etsinler...." Kanal 5'te Türkiye'nin Lübnan'a asker sevkiyle ilgili bir programda da Kenan Çamurcu Hatemi'ninkine benzer bir başka örnek serdetmişti: "Esasen İran'ın Ortadoğu'daki nufuzu Osmanlı'ya vekaleten bir roldür. Osmanlı yeniden doğduğunda ve dirildiğinde bu emanetçi rolünü yeniden kendisine tevdi edecek, devredecektir..." Bu bana bir fıkrayı hatırlattı. Enver Sedat öldürüldükten sonra naaşı Meçhul Asker'in yerine gömülürken canlanmış ve bunu gören Mübarek telaşla " Aman aman gömün, üzerini örtün. Canlanmasına izin vermeyin' demiş. Benzeri bir fıkrayı baba Esat ile oğlu Beşşar için de anlatırlar. Siyasette maalesef babanın oğla oğlun babasına hayrı ve merhameti yoktur. Siyaset dünyasında en güvenli ilişki dengedir. Bunun dışındaki saflık da uyanıklık da bütün taraflar için azami derecede zarardır ve tehlikelidir.Türk halkı iyi niyeti ve hatta onun ötesinde siyasi saflığıyla ve manipülasyonlarla başı dönmüşlüğüyle kendi hükümetinden ziyade İran hükümetini destekliyor. Keşke bu destek karşı tarafta samimi karşılığını bulabilse. O zaman anlamlı olurdu. Maalesef Türkiye İran'ı İranlılardan fazla destekliyor. İranlılarda Amerikan aleyhtarlığı yüzde 52'li geçmezken Türklerde bu oran yüzde 62. Dine gündelik hayatta verilen önem İran'da şüzde 74 nisbetinde kalırken Türkiye'de yüzde 86. Bu göstergeler Türkiye için olumlu ama İran için aynı şeyler söylenemez. Dolayısıyla kraldan fazla kralcı olmak aldanmaktır.