Reyhanlı'ya bağlı sorular

Bu köşede geçen hafta yayımlanan “Kültür eken barış biçebilir” başlıklı yazımda anlattığım gibi, önceki haftayı Malatya, Batman ve Mardin’de geçirdim. Henüz Reyhanlı’daki korkunç hadiseler yaşanmamıştı. Katıldığım bütün toplantılarda konuşma bir yerden sonra Suriye’de yaşanan savaşa ve mülteci sorununa çevriliyordu.

Cevdet Sait’in Mart ayında Bayrampaşa’da yaptığı konuşmasında dile getirdiği üzere, uluslararası denge hesapları çatışmayı önlemekten yana olmadığı için bir halk birbirini kırmaya devam ediyor, bu da sebep olduğu yas ve öfkeyle birlikte geleceğe dönük bir nefretin  derinleşmesi  anlamına geliyor.

Kaçınılmaz mülteci akını nedeniyle de savaşın sıcak etkileri bölgeye yayılıyor. Reyhanlı, yakalandığı cinnet haliyle, barışa dönük radikal adımlar için çaresiz bir eşik oldu sanki. Başbakan Erdoğan’ın ABD’de Obama ile yaptığı görüşmeler, mevcut durumun bu şekilde sürüp gitmesinin  tarafların –kendilerine göre sebeplerle- Suriye’nin geleceği konusundaki tasavvurlarına  fayda sağlamadığının düşünüldüğünü ortaya koyuyor. İnsan ister istemez, öyleyse bunca can niye telef oldu, Suriyeliler niye yollara döküldü, diye sormadan edemiyor.

Suriye savaşı sürerken çoğalan zıtlaşmaların ilk kurbanı yerinden yurdundan olan insanlar. Reyhanlı’da yaşanan dehşetli olduğu ölçüde utanç verici olayların bir daha gerçekleşmemesi için atılacak her adım önemli.

Yurdundan olana, yolda kalana bakışımızı da belirleyen siyasetin yanı sıra ekonomik göstergeler. Mülteci hayatını göze alamayan, Suriye halkını yollara düşmeye zorlayan şartlar konusunda daha anlayışlı açıklamalar üretebilmeli.

**** 

Mardin mültecilere dönük iyi kabul açısından takdire şayan bir tecrübe sergiliyor. Resmi kurumlarla işbirliği halinde oluşturulan iki platform, sorun oluşturacak bir boşluk bırakmayacak şekilde mültecilerin güvenli alanlara yerleşmesini sağlıyor.

Buna karşılık platformlar konusunda daha bir tecrübeli olan Batman, mülteci sorunları karşısında tedbirsiz davranmanın sıkıntılarını yaşıyor. Mültecilerin kayıtsız bir şekilde şehirde iş tutmaya çalışmalarından ileri gelen sıkıntılardan söz etti aktivist hanımlar, bir ev toplantısında. Mülteci akınına bağlı olarak yayılan ucuz işçiliğin sebep sayıldığı bir işsizlik endişesi, Suriyeli kadınlarla  gerçekleşen “imam nikahları”... Olumsuz örneklerin halk arasında hızla yayılma yeteneği yüzünden bir kötü örneğin bin kötü örneğe dönüşmesi işten değil.

Batman’da mültecinin kendisine gösterilen kamplara gitmek yerine gizli saklı yollarla şehirde kalmaya çalışması sebebiyle yaydığı güvensizlik, Mardin’de hissedilmiyor.

Kimileri bunu şehrin nüfusunun Arap ağırlıklı olmasından ileri gelen bir duyarlığa bağlıyor, ancak tek açıklama bu olamaz; platform faaliyetlerinin üyeler tarafından nasıl dakik ve özenli yürüdüğünü gözlemleme fırsatını buldum. “Sokağın başına bir mülteci aile kilim yayıp oturmuş” cümlesi üzerine  şair Mahmut Yavuz ev sohbetini yarıda kesip yola düştü.

Mardin AFAD İl Müdürlüğü’nün on gün kadar önce verdiği rakamlara göre, Mardin-Suriye Yardımlaşma Platformu’nun kurulduğu 11 Kasım 2012’den bu yana  il sınırlarına giriş yapan Suriyeli sayısı 17 bin 300’ken, bugün bu rakam 20 bin’in üzerinde. Kayıtsız Suriyeli sayısının da yaklaşık 15-20 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. Mahmut Yavuz’un açıklamaları, yaklaşık 50 STK’dan oluşan platformun kayıtlı ya da kayıtsız bütün mültecilerin güvenliğini esas alan bir faaliyeti başarıyla yürüttüğünü ortaya koyuyor. Kürt ve Araplar’dan oluşan platform, tartışmalı olabilecek herhangi bir tutum içine girmeden çalışmalarını sürdürüyor.

****

Gittiğim şehirlerde karşıma çıkan  “İran niye böyle yapıyor?” sorusu bir kitabıma ad olan yakın-yabancılığın sürdüğünü düşündürtüyor bana. Daha önce de yazdım bunu: İran, devrimin hemen ardından kendisine saldıran komşusu Irak’ın şahsında yedi düvele karşı varlığını savunduğu koşullara kilitlenmiş bir ulus devlet. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi boyunca nasıl tek bir görünümü olmadıysa, İran’ın da görünümleri dünden bugüne farklılaşıyor. Filistin meselesi gibi konulardaki duyarlığı bir savunma veya direniş hattı geleneğiyle devrimden, savaş yıllarından tevarüs eden İran bir çırpıda bünyesindeki savunma refleksiyle çoğalan kilitleri çözemedi.

Daha sonra yaşananlar ise Suriye üzerinden bir çığırından çıkmışlığın sahnelerini yansıtmaya devam ediyor: Bir diktatöre antiemperyalist kahraman hüviyetini sunan, Diriliş Şairi’ne ise “eleğini asması gereken romantik” muamelesini reva gören polemiklerle amacını şaşıran kanlı bir akışın içindeyiz. İki tarafta da Müslümanlar var, kendi savlarına kesin inançlarıyla diğer tarafı emperyalizmin ya da faşizmin hanesine kaydediyorlar. Asli düşman suretini savaş üzerinden çoğaltırken yanılsamaları tabiileştiren kırık aynalarla kaplı bir labirentte yol alıyoruz sanki.

****

Türkiye on sene içinde hemen her alanda hızlı bir gelişme göstermişken içine çekilmeye çalıştığı savaşla  bölgesel etkinliği açısından güçten düşürülmeye çalışılıyor. İç barışa dönük olağanüstü çaba, yıkıcı bir sürecin hamlelerinde tüketilsin isteniyor. Irak, İran ve Suriye ile yapıcı ilişkilerinin Türkiye’nin geçen zaman içinde edindiği güçte nasıl bir etkisi olduğunu hatırlayalım.

En başından itibaren Suriye savaşını Batı ve uluslarası güçler yerine bölge ülkelerinin çözmesi konusunda görüş belirttim. “Kanlı sınırlar” doğrudan bizim eserimiz değildi, ancak o sınırları koruyan mayınlı arazilerde parçalanan bizlerin varlığı.

Savaş zamanını kendi çıkarları açısından belirleyen, savaş ortamının tutuşmasını kışkırtan odakların barış gündemleri, “kanlı sınırlar”ın bekasını gözetmeyi asla ihmal etmeyecektir.

Özgürlükçü olmadıkları gibi emperyalizmin işbirlikçisi kisvesinden hiç rahatsız görünmeyen Arap ülkelerinin,  Katar’ın, Suudi Arabistan’ın mezhep gibi konularda Suriye halkının can vermesine sebep olan kışkırtıcı tutumları, sözün bittiği nokta olamazdı elbette. Bir devrim yapılmaz, gelir; bunu anlamak bunca kana mal olmamalıydı. Şimdi ise Suriye sorunu Mısır’ın yanı sıra Türkiye ve İran’ın gerçekçi yaklaşımlar sergilemesine her zamankinden daha fazla muhtaç.

Mezhep ayrılıklarını körükleyen açıklama ve iddialar Müslümanlık adına iyi niyetli hiçbir anlam taşımıyor, tersine savaşı körüklüyor, ölümleri çoğaltıyor ve geleceğe dönük ayrılıklara sebepler hazırlıyor. İki tarafta da yer alan Müslümanlar, diğerini aymazlıkla, emperyalizmin oyununa gelmekle, İslami duyarlığını yitirmekle suçluyor. Ümmetin ihtilafında rahmet olduğuna dair hadisin işaret ettiği rahmetin tasavvuru bu sahneleri haklı çıkartıyor olmasa gerek. 

Doğru olanı ille de ne aceleci siyaset  belirler, ne de gecikmiş olan diğeri işaretler. Mardin tecrübesinde olduğu şekilde hayat haklı çıkar ve bunca ölümü gözler önüne sererken, eksik kalan açıklama üzerine düşünmeye zorlar bilinçlerimizi. Şimdi, Reyhanlı felaketinden sonra öyle bir noktaya yakınlaştık sanırım. Şimdi bulunduğumuz nokta, “bu ölümler nasıl son bulabilir?”sorusunun yanı sıra, kışkırtılan hassasiyetlerin, tahrip edilen kardeşlik ve komşuluk bağlarının ne şekilde onarılabileceği sorusunu da önümüze çıkartıyor.