Bu sitede yayınlanan yazılarıma gönderilen yorumlara karşı-yorum yazmamayı yeğliyorum genellikle. Fakat, geçtiğimiz günlerde 'Kibritçi Kadın' başlıklı hikaye olarak da nitelendirilebilecek olan yazıma yönelik yapılmış 'sert' bir yorumla ilgili olarak bir şeyler yazma ihtiyacını duydum. Çünkü, hayatta en hassas olduğum konulardan biridir, insanları ellerinde bulunmadan taşıdıkları nitelikler yüzünden yargılamak...
Etnik kökenle ilgili kardeşliğe dönük vurgu, Ulus Devlet'e götüren süreci başlatan değer ve hedeflerden de kaynağını alıyor. Ümmetten ulus yaratılırken Türkiye'de, sayısız etnik köken bir potada yeni bir tarifle harmanlanıyor veya bunun gerçekleştirildiği var sayılıyor. 'Bir Türk Dünyaya Bedeldir', diye öğretildi bize ilkokul çağlarında. Mustafa Kemal Atatürk'ü bu sözleri söylemeye götüren koşulları anlamıyor değilim. Yine de bir ilkokul öğrencisi olarak, hâlâ Türk sayılmayan arkadaşlarımın bu söz nedeniyle karşılaştığı muameleler yüzünden benzeri söylemlere ister istemez bir mesafe koymuş olmalıyım. İlkokulda arkadaşlarım, genellikle 'dışlanmış' kişilerdi. Bu dışlanmış kişilerden biri olan 'Beşbinaz'a ilişkin yazdığım yazıya, Mahmut Aydın Bey büyük bir tepki vermiş. Yazı esasında bir hikayecinin muhayyelesinin oluşturduğu bir kurguyla sürüyor olmakla birlikte, temel konularda gerçeklere dayanmakta. Doğduğum kasabada gerçekten de bir Poşa mahallesi vardı. O Poşa mahallesine gitme konusunda kimi büyüklerimiz bizi uyarırlardı. Ne var ki toplumun dışladığı kesimler konusunda hayli hassas olan babamın yolundan yürüdüm ben. Poşalarla, Kürtlerle, Alevilerle arkadaşlık yaptım. Bu arkadaşlık sırasında da çocuk yaşıma rağmen Türkiye'de resmi söylem açısından başat olan değerlerin Sünnilik, Türklük ve Laiklik olduğunu keşfettim.
Bir kasabada 'Poşa' olarak anılan ve kısmen de olsa dışlanan insanları hatırladığı için bir yazar niye suçlanır ki... Poşalar da Türk kökenliymiş! Bir insanın değerli ve saygın olması için ille de Türk kökenli olması mı gerekiyor? Poşalar benim gözümde toplumdan dışlandıkları için zaten yeteri kadar haklı ve mazurdular. Onlarla arkadaşlık ettim. Aynı sofrada yemek yedim. Birlikte ayakatlamaca oynadık. Karlı-buzlu tepelerden aşağı kızaklarla kaydık. Çocukluğumun unutulmaz arkadaşlarından biriydi Beşbinaz. Zekiydi. Yetenekliydi. Hassastı. Neşeliydi. En azından ben böyle hatırlıyorum. Poşalara yönelik dışlamalar karşısında bende oluşan tepki ise sanırım yenilenen, tazelenen başka türlü bir bilinci haber veriyordu. "Bütün insanlar doğuştan eşittir, hepimiz Adem'le Havva'nın çocuklarıyız, kimse doğduğu ortama bakılarak damgalanmamalı, yargılanmamalı."
Poşaların "müslüman olmuş çingeneler" olduğunu yazarken de kişisel bilgilerime dayanmadım, bir araştırma yaptım. Poşalar gibi Türkler de sonradan müslüman oldular. Bu arada müslüman olan Türk oymaklarıyla Poşa toplulukları arasında bir karışma yaşanmış da olabilir; bunu tarihçiler araştırmalı. Müslüman olmayı "yeniden" seçeriz ve önemli olan da kimliğimizi belirleyen seçilebilen bir niteliktir kanımca. Bir Poşa, 'Ben Türk'üm', diyorsa, ben de ona "Türk" derim; ne çıkar... Fakat asıl ırkçı ve ayrılıkçı bakış açısının, etnik kökenleri Türk olma niteliği üzerinden tartmaktan geçtiğini görmek gerekmez mi?
Bir arkadaşım (Ayşe) İstanbul'da çingene topluluklarıyla ilgileniyor; mesaisini neredeyse bütünüyle çingene kadınların el emeğini değerlendirmeye dönük hizmetlere adadı. Bu yolla çingene çocuklarının eğitimi için bir fon oluşturulmasına gayret ediyor. Şimdi bu arkadaşım, çingenelerle ilgilendiği için suçlanmalı mıdır... Pek çok ansiklopedide, kitapta bahsi geçen 'poşalardan' söz etmem, niye yanlış olsun. Allah insanları kavim kavim yaratmıştır ve Arap olanın Arap olmayana üstünlüğü takva iledir; bunlar en temel dini bilgiler arasında yer alırlar. Öte taraftan göçebe halkların yerleşik olanlara nispeten üstünlükleri vardır. Göçebe halkları ne poşalarla ne de çingenelerle sınırlayabiliriz üstelik. Anadolu'nun Güney'i ve Batı'sında yüzyıllardır benzeri bir hayat tarzını sürdüregelmiş olan göçebe Türk-Alevi oymakları var. Şimdi bu oymaklardan söz ettiğimizde, onları aşağılamış mı oluyoruz... Kemal Bilbaşar'ın Zaza'ları anlattığı çok sevdiğim bir romanı var: Cemo. Bilbaşar, daha sonra filmi de çekilen bu romanında 'Zaza'ların varlığına işaret ettiği için, ırkçılık mı yapmış oluyor? Demirtaş Ceyhun da Yağmur Sıcağı'nda Alevilerin dünyasına girmeye çalışır. Bunu yaptığı için onu 'mezhepçilikle' suçlayabilir miyiz? Yoksa, bu ülkede doğru dürüst insan sayılmanın ölçüsü, etnik olarak Türk olmaktan mı geçiyor... Asıl ırkçı ve indirgemeci bakış, bu şekilde oluşmaz mı...
'Kibritçi Kadın' başlıklı yazımı yorumlayan öğretmen emeklisi Sayın Hüseyin Gezer'in olgunluğuna ulaşmak kolay değil elbette. Bu bir birikim, bir hayat tecrübesi gerektirir. Bizi daha ziyade kaygılandırması gereken, etnik isimlendirmelere verilen tepkilerin ulaştığı irrasyonel, kışkırtmalara açık boyut olmalı.
İstiklal Marşı'mızın şairi Mehmet Akif 'Arnavut' kökenlidir. Bu Mehmet Akif'in değerini ne artıran ne de eksilten bir özelliğidir. Memleketini tanıyan, onu tanıma sorumluluğunu önceleyen bir aydındır Akif. Irka dayalı bağlanmalardan da fersah fersah uzak olarak kurmuştur şiirini. Bununla birlikte açık ki döneminin koşulları içinde oluşan bir şiirdir bu. Dolayısıyla Avrupa'nın bilinç altından yükselen söylemlerin dışavurumuyla doğrudan doğruya Türk ırkının müslümanlar adına saldırıya ve yok olmaya maruz kaldığı bir dönemin şiirini yazarken, Arnavutluğunu Türklüğüyle bir kılar.
Binbir türlü manianın karşımıza çıkarak bizi gitmemiz gereken yoldan uzaklaştırdığı sapakları var, dünya hayatının. Dışsal arayış yolculuklarını verimli kılan, kişinin kendi iç âleminde gerçekleştirdiği sıçramalardır. Hakikatin bilgisine ulaşabilmek ise mustazaf, yani zayıf düşürülmüş kitlelerin kurtuluşu ve iyiliği yönünde "salih" bir çaba göstermek, bunun için riyadan uzak bir emek vermekle olası.
İnsan olmak, imtiyazlı ve hijyenik (korunaklı) bir ortamda doğmanın nimetleriyle sağlanmıyor. Kişinin kendi kendini adeta yeniden doğurması, kendi elleriyle insan kılması gerekiyor. Ali Şeriati bunun, insanın tarihten, tabiattan ve toplumdan oluşan zindanlarından kurtulmasıyla olası olduğunu yazıyor, İnsanın Dört Zindanı adlı eserinde. İnsan kendisine yapıştırılmış tarihsel, doğasal ve toplumsal damgalardan sıyrılarak özgürleşmeyi başarabilir, bunu amaçlıyorsa. Ve fakat, kurtulunması en zor olan zindan, insanın kendilik zindanıdır.
İnsanı, doğduğunda bulduğu değil, doğduğu andan itibaren kendi emeğiyle edindiği değerleriyle önemsiyor, benimsiyorum. İnsanın değerini geldiği soy üzerinden tanımlayan öğretilerin uzağındayım, doğal olarak. İnsan, değerini kendi elinin ve beyninin emeğiyle oluşturur. İnsan olmaya, insanlığımızı tamamlamaya devam ediyoruz, nerede ve nasıl doğmuş olursak olalım.