Özcülükten medeniyet ittifakı çıkar mı?

Demokratlık ise nereye gidildiğini bilmeyen insanların, tam da bunu bilmedikleri için birbirlerine muhtaç olmalarını ifade eder. İnsanoğlu sadece şu anki davranışından sorumludur ve ahlâken ona sahip çıkma yükümlülüğünü taşır. Dolayısıyla Güler'in söylediğinin aksine, bizler ancak na-sıl gidileceği üzerine konuşabilir ve nitekim 'ittifakı' da ancak burada oluşturabiliriz. Yoksa herkesin gidilen yeri bildiğini varsaydığımız bir dünyada, bu 'yerin' herkes için aynı olmasının hiçbir garantisi olamaz. Velev ki herkes 'dindar' olsun ve aynı 'dine' mensup olsun...

'Medeniyetler İttifakı' başlığı altında ortaya konan çabaların anlamlı olmakla birlikte yüzeysel kalma tehlikesi taşıdığını belirten yazıma, yine bu sayfalarda bir katkı/cevap geldi... Medeniyetler ittifakı arayışının temel felsefî handikabı, esas itibarıyla kendisini ayrı ve farklı 'medeniyetler' olarak tasavvur eden kimliklerin ittifak kurma çabalarının pazarlıkçı bir hüviyet arz etmesidir. Çünkü bu medeniyetlerin gerçekte 'ittifak' etmeleri için temel bir neden yok. Söz konusu ittifakın anlamı, güncel ve konjonktürel bir duruma verilen bir cevap niteliği taşımasından ibaret. Diğer bir deyişle bu 'ittifak' tarafların felsefî kabullerinden doğmayıp, bazı işlevsel amaçlarına yanıt olarak aranıyor. O zaman da karşımıza samimi olmayan, âdet yerini bulsun misali yaşanan bir durum çıkıyor. Söz konusu makalede bu durumu irdelerken, meselenin zihniyet olduğunu vurgulamaya çalışmıştım. Çünkü medeniyetler arası ittifak arayışı, öncelikle medeniyetin nasıl tasavvur edildiğiyle, bu da zihniyetle bağlantılı. Eğer medeniyeti bir kimliksel hal olarak algılar ve diğerlerinden farklılaştırma gayreti içinde tanımlarsanız, çatışmayı doğallaştıran bir zihniyete gönderme yaparsınız. Ve eğer bütün taraflar böyle yapmaktaysa, oradan sadece görünüşte ve epeyce ikircikli ittifaklar çıkar.

Oysa tam tersine 'ittifak' kavramını bizzat medeniyet tanımının temeline oturtmak da mümkün. Yani medeniyet yaratabilmek için ötekine muhtaç olduğumuzu, kendimizin ve diğerlerinin de aslında melezleşmiş kültürler olarak tarih sahnesinde yer aldığımızı idrak ederek. Ne var ki kendimize ve tarihe böyle bakmak farklı bir zihniyeti, yani demokrat bir bakışı ima ediyor. Diğer taraftan taraflardan birinin böyle bir yaklaşım geliştirmesi kendiliğinden o yöne gidileceğini garanti etmiyor. Bu açıdan belki de bir ütopya önermiş oluyorum... Ama Obama'nın sembolize edebileceği bir yeni dünyanın, en azından potansiyel olarak eşiğindeysek eğer, demokratlığı bir kuşatıcı zihniyet olarak tasavvur etmenin de zamanı gelmiş olabilir...

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. İlhami Güler'in bu yazıyla ilgili değerlendirmesi iki nokta üzerinde şekilleniyor. Birinci olarak Güler, niçin 'medeniyetler ittifakı' diye bir çabanın olduğuna vurgu yaparak, bunun bir yerde Huntington'un 'medeniyetler çatışması' tezinin karşıtı olarak ortaya çıktığını söylüyor. Meselenin 'çatışma' tezini çürütmek olduğunu anlıyoruz... Ayrıca bu 'çatışmanın' taraflarının da simetrik olmadığı, Batı'nın yeknesak ve kendi içinde bütünleşen yapısına karşı, diğer medeniyetin parçalı olduğu öne sürülüyor. Güler'in ikinci argümanı ise benim 'ittifak medeniyeti' diye adlandırdığım bakışın tarihte üretildiğini ve yapılması gerekenin geçmişte yaşanılandan hareketle, aynı kültürü yeni bir biçim ve tarzda geliştirmek olduğunu öne sürüyor.

SORUMLUYU DIŞARIDA ARAYAN DA ÇATIŞMACIDIR

Birinci nokta, benim işlevsel bulduğum 'medeniyetler ittifakı' tezinin gerçekten de ilkesel bir temeli olmadığını teyid ediyor. Anlaşılan Huntington'un malum görüşleri olmasaydı, bir 'medeniyetler ittifakı' çabası ile de karşılaşmayacaktık. İkinci nokta ise bu bakışla niçin hiçbir zaman bir 'ittifak medeniyeti' yaratılamayacağına ilişkin ipuçları ile dolu. Yeni başlayan ve açılımlara gebe bir tartışmanın bir polemiksel ayrışma şeklinde yaşanma tehlikesine karşı, bu yazıda Güler'in makalesi üzerinden adım adım giderek sadece bazı görüş farklılıklarımı sunmak istiyorum.

1. Huntington'un 'medeniyetler çatışması' tezi bilimsel içeriğiyle şunu söyler: İçinde olduğumuz dönemde artık uluslararası dinamiğin aktörleri ulus-devletler değil, 'medeniyetlerdir'. Hedeflerimiz, tercihlerimiz ve kaygılarımız, medeniyetler arası farklılaşmaların neden olduğu gerilimlerden beslenecektir. Dünyada halen birçok medeniyete atıfta bulunulduğuna göre, Huntington'un yaklaşımı farklı alanlarda farklı medeniyet koalisyonlarını ima eder. Bunu Huntington'un 'siyaseti' ile karıştırmamak gerek. Huntington, Doğu ile Batı'yı karşı karşıya getirmeye hevesli diye, karşı bir tez üretmenin fazla bir anlamı yok. Ayrıca bu siyasete fazlaca 'takılmak', teorinin güçlü noktalarını da göz ardı etmeye yol açar. Çünkü halihazırda medeniyet adı verilen kimliksel/tarihsel kültürlerin gerçekten de birbirini dışlayıcı ve çatışmacı nitelikleri var. Dolayısıyla ortada ironik bir durum var: 'Medeniyetler ittifakı' görüşünün felsefî öncülleri aslında Huntington'u doğruluyor. Bu ittifak arayışının arkasında, aslında ittifak etmeyeceğinden neredeyse emin olduğumuz 'medeniyetler' gerçeği yatıyor...

2. Güler, Huntington'un siyasetinde söz konusu edilen Batı ve Doğu tanımları arasında dengesizlik olduğunu, Doğu'da "asgari ideolojik, davranışsal ve maddî unsurlardan oluşan bir totalite" olmadığını vurguluyor. Ama bununla kalmayıp İslam medeniyeti için de aynı yargıyı serdediyor: "İslam cephesinde (de) bütün boyutlarıyla, geliştirimleri, farklılaştırımları ve inceltimleri ile bir beden yoktur." Diğer bir deyişle diğer medeniyetleri bir kenara koyduğumuzda, Batı'nın sahip olduğu 'bütünlüğün' İslam medeniyetinde olmadığı vurgulanıyor. Bu durumun nedeninin ise İslam dünyasının Batı'nın kültürel ve ekonomik etkisinde kalmış olması olduğunu anlıyoruz. Sorumluyu dışarıda arayan bu bakışın çatışmacı medeniyetlerin de felsefî öncüllerinden biri olduğunu düşünüyorum. Kendi eksiklik veya yetersizliğinizi öteki medeniyetlerin suçu olarak sunduğunuz sürece, gerçek bir medeniyetler ittifakı üretmek mümkün mü? Dolayısıyla Güler'in İslam medeniyetinin Batı karşısındaki kırılganlığı üzerinde düşünmesinde ve bu zayıflığın içsel nedenlerini irdelemesinde yarar var.

3. Güler, benim 'kadim kimliklerin yüzyıllara yayılmış büyülü çekiciliğinden veya bu kimlikleri oluşturan kültürlerden kurtulma arzusu' taşıdığıma hükmetmiş. Ancak açıktır ki ne o kimliklerden ne de kültürlerden 'kurtulma' arayışının gerçekçi bir yönü olamaz. Buna karşılık söz konusu kimlik ve kültürleri zihnimizde yeniden üretmenin, onları bir tür ideolojiye dönüştürmenin çekiciliğinden kendimizi kurtarabiliriz. Mesele sahip olduğumuz kimlikleri yok saymak değil, o kimlikleri bir farklılaşma siyasetinin aracı kılmamaktır. Bu ise bir zihniyet meselesi... Kimlikleri araçsallaştıran yaklaşımlar çatışmacıdır ve nihayette otoriter zihniyete hizmet eder. Demokratlık ise aksine kendi kimliğinizi kültürel olarak yaşarken, ona aynı zamanda siyaseten mesafe almayı gerektirir.

4. Bir ittifak medeniyeti yaratacak zihniyet konusunda Güler epeyce iddialı bir yargıda bulunuyor. Buna göre "insanlık şimdiye kadar bu ihtiyacı duyup ve bu ihtiyaca cevap verecek bir veya birden fazla kültür ve medeniyet üretmemiş ise bundan sonra 'insanlık' kapasitesi olarak bunu üretebileceğinden kuşku duymak gerekir." Eğer bu değerlendirmeyi veri alırsak, insanlığın geçmişte olmayan bir insanlık değeri üretemeyeceğini kabul etmemiz lazım. Oysa en azından 'modern' deneyim relativist zihniyetin kuşatıcı hale gelmesiyle, daha önce olmayan bir kültür ve medeniyet üretmiş durumda. Bu gerçek bize yeni olanın yeni bir zihniyeti ima ettiğini söylüyor. Nitekim demokratlığın günümüzde tartışılıyor olmasının nedeni de bu. Çünkü şimdi tek tek kişilerin veya davranışların demokratlığını değil, bu zihniyetin kuşatıcı ve tanımlayıcı işlevini konu ediyoruz. Şimdiye kadar ortaya çıkan medeniyetlerin ittifak anlayışına sahip olmaması, dayandıkları zihniyetin buna müsait olmamasıyla ilişkili. Dolayısıyla temel mesele, bir medeniyetin kültürü ve kimliği değil, zihniyeti.

5. Bazı düşünürlere atıfta bulunarak insanlığın medeniyetsel 'hallerinin' nasıl kategorize edilebileceği üzerine örnekler sunan Güler, kendisini de bunlardan birine oturtuyor. Ne var ki bu hallerin "üretilişinin veya birbirlerinin yerini alışının bilinmeyen bir yasası vardır" diyerek, bu kategorizasyonların altının boş olduğunu da itiraf ediyor. Çünkü söz konusu mega tasnifler birer spekülasyondan öte anlam ifade etmiyorlar. Bunun nedeni, geniş bir zamanı ele almaları veya tüm insanlığı tek bir kuramla açıklamaya çalışmaları değil. Bu tür yaklaşımların bilimsel sınavı, geçiş dönemlerinin açıklamasına sahip olup olmamalarıyla bağlantılıdır. Eğer bir insanlık durumundan diğerine nasıl dönüşüldüğünü anlatamıyorsanız, o insanlık durumu tanımlarınızın da pek fazla hükmü kalmaz. Güler hem bir yasanın olduğunu hem de bunun bilinmediğini söylüyor. Oysa ne olduğu bilinmeyen bir yasanın varlığını öne sürmek, ya bir psikolojik ihtiyacın ya da inancın sonucu olabilir. Böylesi inançlar bizleri rahatlatsa da, ne kendimizi ne de diğer medeniyetleri gerçekten anlamamıza yardımcı olmaz.

6. Güler, benim 'ittifak medeniyeti' dediğim yaklaşımın geçmişte yaşanmış olduğunu ve yeniden yaşanabileceğini öne sürerek, yöntem olarak da Molla Sadra'nın 'hareketli özcülük' yaklaşımını öneriyor. Buna göre "insan zaman içinde biyolojik/bedensel ve manevî olarak oluşan bir totalite (öz) olduğu için, bir özü vardır ve olmalıdır." Bu fazlasıyla sorunlu cümleyi uzun uzadıya tahlil etmenin anlamı yok. Totalitenin özle özdeş sayılması, özün hem oluşan hem de zaten var olan ve hele 'olması gereken' bir nitelik olarak sunulması, en azından açıklanmaya muhtaç. Ama bizi asıl ilgilendiren, Güler'in bu önermeden bir davranış biçimi, etik bir siyaset kodu üretmesi. Buna göre kendisinin bir 'vazifesi' var: Ortaçağlarda Akdeniz havzasında medeniyet haline gelmiş öncülleri bugün yeniden insanlığın sorunlarını çözecek tarzda geliştirmek. Tabii diğer kültürler de kendi geçmişlerine dönüp kendi medeniyetlerini ihya etmek isteyebilirler. Bu durumda bir medeniyetler çatışması nasıl engellenebilir, o da ayrı bir soru. Güler, felsefî açıdan 'doğru' bir kurama sahip olanın, insanlık için kendiliğinden 'doğru' siyasî önermeler yapabileceğini varsayıyor sanki... Ne var ki 'doğru' kuramlar da medeniyetlere ve işin temelinde zihniyetlere göre farklılaşabiliyor ve sonuçta iş farklı 'doğru' kuramların mücadelesine dönüşebiliyor.

NEREYE GİDECEĞİMİZİ Mİ BİLİYORUZ NASIL GİDECEĞİMİZİ Mİ?

7. Bu bağlamda Güler'in ilginç bir tespiti var... Bugün kendisine biçtiği 'vazifenin' geçmişte İslam dünyasında başarılamadığını ve İslam medeniyetinin de bu nedenle çöktüğünü söylüyor. O zaman 'acaba niçin başarılamadı?' diye sormak durumundayız. Acaba İslam medeniyetinin 'hareketli özcülük' bağlamında ürettiği değerler, medeniyetin korunması için gereken entelektüel ve psikolojik enerjiyi üretmede niçin yetersiz kalmıştır? Buradan hareketle İslam medeniyeti hakkında ne söyleyebiliriz? Bu açık uçlu sorulara ilişkin olarak Güler'in ve diğer ilahiyatçı/tarihçi/felsefecilerin düşünceleri herhalde çok ilginç olacaktır.

8. Nihayet son nokta olarak, bütün bu tartışmanın zihniyetsel temelini ima eden bir husus üzerinde duralım. Makalesinin son cümlesinde Güler şöyle diyor: "Sonuç olarak, nereye gideceğimize ilişkin skeptik bir tutuma sahip isek veya bunun farkında değil isek, nasıl gideceğimize ilişkin doğru bir tutum (demokratik zihniyet) havada kalmaktadır." Yani Güler'e göre önce nereye gidildiğini biliyor olmanız gerekiyor. Bunun hem farkında olmak hem de o konuda skeptik davranmamak öneriliyor. Aksi halde demokrat zihniyetin 'havada' kaldığı söyleniyor... İlk soru Güler'in ve insanlığın 'nereye gidildiğini' nasıl bilebildiği, Güler'in nasıl bundan böylesine emin olduğudur. Bu ancak özcü bir yaklaşıma sahipseniz mümkündür ama iç dünyanızda bunun 'mümkün' olması önerinizin gerçekleşeceğini kanıtlamaz. Sadece sizin bir 'dindar' olduğunuzu, hayata ataerkil zihniyet içinden baktığınızı gösterir...

Demokratlık ise nereye gidildiğini bilmeyen insanların, tam da bunu bilmedikleri için birbirlerine muhtaç olmalarını ifade eder. İnsanoğlu sadece şu anki davranışından sorumludur ve ahlâken ona sahip çıkma yükümlülüğünü taşır. Dolayısıyla Güler'in söylediğinin aksine, bizler ancak nasıl gidileceği üzerine konuşabilir ve nitekim 'ittifakı' da ancak burada oluşturabiliriz. Yoksa herkesin gidilen yeri bildiğini varsaydığımız bir dünyada, bu 'yerin' herkes için aynı olmasının hiçbir garantisi olamaz. Velev ki herkes 'dindar' olsun ve aynı 'dine' mensup olsun... Burada kastedilen, uhrevî dinleri de aşan bir biçimde ideolojiler ve mega inanışlardır. Görünen o ki, kendisi 'dindar' olanların hayalindeki 'doğru' dünya, herkesin o 'dine' bağlanmasıyla mümkün olabiliyor. Bu ise medeniyetler ittifakı değil, totaliter nüansları olan bir medeniyetler bütünleşmesidir ve böyle bir zihniyetin yüzeyselliği aşarak hakiki insan ittifakları kurması olanaksızdır.
 
Kaynak: Zaman