ABD'de Obama yönetimi işbaşına geldiğinden beri, yaptıkları ve yapacakları en temel tartışma konularından birisi haline geldi. Obama'nın ziyaretleri, beyanları, kiminle el sıkıştığı birer gösterge olarak kabul ediliyor, görevdeki 100 günü analizlere konu oluyor.
Hiçbir iktidar üç aylık görev süresinde radikal değişimler yapamaz, bununla birlikte Obama önemli girişimlere imza atmış gözüküyor. En azından bazı Latin Amerika, bazı Ortadoğu ülkeleri ve Rusya'yla Bush döneminde doğan güvensizliğin tamiri konusunda epeyce irade ortaya koymuş durumda. Gayet tabii, işbirliği, uzlaşı, katılım ve çok taraflılık olarak özetlenebilecek bu politikaların bazı sorunlu ayakları bulunuyor.
Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, Obama'nın Kongre'ye sunduğu savunma bütçesi, Bush bütçesini aratmayacak büyüklükte. Bütçenin en büyük kalemlerini ABD'nin ülke dışındaki askeri faaliyetleri oluşturuyor ve bunun da yaklaşık üçte ikisi Irak ile Afganistan'a ayrılmış durumda. Bu veriler, savaş gerekiyorsa savaşmaktan çekinmeyecek bir ABD olduğunu göstermeye yeterli. Savaşın gerekliliği ise, terörizm sorununa bağlı. Buradan anlaşılan, Irak ve Afganistan'da yeniden devlet kurma faaliyetlerinde ABD varlığına direnen muhalif radikal örgütlerin bertaraf edilmesinin gerekliliği.
İster Şii ister Sünni radikal gruplar olsun, hemen hepsinin bölgesel ve küresel bağları hatta faaliyet ortaklıkları olduğu biliniyor. Bu çerçevede ABD, ilk olarak bu bağları kesmeye yönelik girişimler deniyor. Irak Şiileri ile İran ve hatta oradan da hareketle Azerbaycan arasındaki sınır aşan ilişkilerin kesilmesinde bir yandan Irak'taki Şii liderlerin siyasal muhatap haline getirilmesine çalışılıyor, öte yandan sınır geçişkenlikleri askeri-sivil araçlarla engelleniyor. Afganistan'da benzer bir uygulama var. Afganistan'daki radikal grupların bir biçimde sisteme kazandırılmasına çalışılırken, bunların Pakistan'daki ayağı kırılmaya uğraşılıyor. Her iki örnekte de aslında önemli ölçüde rol oynayan Suudi Arabistan'dan ise sanki böyle bir ülke yok gibi hiç bahsedilmiyor; dolayısıyla Obama açısından bu ülke en zayıf halka olarak ortaya çıkıyor.
Bölgedeki radikal grupların normalleştirilmeleri, sisteme kazandırılmaları, kazandırılmayanların da daha ufak birer hedef haline getirilmeleri, doğal olarak geniş kesimlerin Obama politikalarına güvenmelerinden geçiyor. Bu, bir yandan ABD'nin şiddet kullanmaya meraklı olmadığına öte yandan da ABD'nin işaret ettiği siyasal otoritelere inanma anlamına geliyor. Öyle ya da böyle bir güven ve diyalog zeminin yaratılması için ise, ABD'ye nefreti körükleyecek politikalar üreten iktidarların bölgede bulunmaması gerekiyor. Bu çerçevede ABD politikaları bakımından ikinci zayıf halka ise, İsrail oluyor.
İsrail'deki koalisyon hükümeti el-Fetih ile uzlaşma konusunda ağırdan alan, Hamas'ın siyasal muhatap sayılmasına direnen, Golan'ı Suriye'ye geri vermek istemeyen ve Lübnan'daki varlığını geri çekmek istemeyen bir tavır sergiliyor. Kısacası Obama ne istiyorsa, İsrail'de biraz tersi oluyor gibi. Bu nedenle ABD, İsrail'e dolaylı gibi gözüken ama aslında neredeyse doğrudan denebilecek baskı uyguluyor ve neredeyse yakın tarihte bir ilk sayılacak işler oluyor. ABD'deki Yahudi lobileri boşuna Obama'ya taşınmıyor, neo-kon'lar boşuna derin devlet vari senaryoları basına sunmuyorlar.
İsrail'de neler olacak bilinmez, ama Obama, neo-kon olmadan da çatışmacı politika uygulayabilir; dolayısıyla Türkiye de dahil olmak üzere Bush mantığından beslenen kesimlerin hiçbir ülkede muhalefet örgütlenmeleri için heveslenmelerine gerek yok.
Kaynak: Star