Neoconlar ve Realistler tartışıyor

 

 

Gelecek, Yeni Muhafazakârlığındır

Realizm ve yeni-muhafazakârlığın sicillerini mukayese etmek için önce terimlerimizi tanımlamalıyız. Realizm, çelişkili iki önermeden oluşur. İlki, devletlerin, tabiatlarında mündemiç vazgeçilmez çıkarlar çerçevesinde hareket ettikleridir. Hans Morgenthau, politikanın, bizim tercihlerimizin tesiri altında kalmaksızın "objektif kanunlarla yönetildiğini" bu yüzden söylemişti. Diğer önerme ise devletlerin kendi çıkarlarından sapabileceğini ama böyle yapmaması gerektiğini söyler. George Kennan Amerikan dış politikasındaki en ciddi yanlışın, uluslararası problemlere hukuki ve mânevi açıdan yaklaşmak olduğunu bu yüzden söylemiştir. Tutarsızlıklarını çözmeye yeltenmeksizin realizmin şunu varsaydığını söyleyebiliriz: Devletler, coğrafya, kaynaklar ve güç etrafında dönen ulusal çıkar telakkisi geliştirirler veya geliştirmelidirler.
Neoconlar ise aslı itibariyle bir yazarlar halkasıdır ve hiçbir "izm" iddiaları yoktur. Dış politika yaklaşımlarına, Max Boot'un ifadesiyle "katı Wilsonculuk" diyebiliriz. Realizmin aksine temel öğretisi mânevi mülahazalara daha fazla ağırlık vermesi, siyasetin ideolojik öğelerine daha büyük önem atfetmesidir ve en belirgin özelliği, ulusal çıkarları mevcut hal ve şartlara bağlı olarak değerlendirmeye (contingent assessment) tâbi tutmasıdır. Realistler gereksiz yere kavga etmekten sakınmanın yollarına aramakla daha güvende olacağımıza inanırlarken neoconlar, hayırlı bir dünya düzeni şekillendirmeye çalışmak için gücümüzü kullandığımızda daha güvende olacağımıza inanırlar. Bu noktada liberal uluslararasıcılar oldukları söylenebilir. Liberallerden ayrıldıkları nokta ise güce başvurmaya hazır oluşları ve Birleşmiş Milletleri daha az takdir etmeleridir. (Realistler BM hakkında biraz daha iyi düşünürler ve güç kullanımı, bir çok realistin midesini bulandırmaz ancak Amerikan çıkarlarını son derece dar bir şekilde tanımladıklarından dolayı güce başvurmak için çok az gerekçeleri vardır.)
Hiçbir ekol, ABD politikasını mükemmelen yansıtmaz; yansıttığı zamanlar nâdirdir Politika, strateji ve felsefe ile alıp vereceği olmayanlar dâhil -örneğin iç politika - kaynakların birleşim noktasından akar. Bununla birlikte, politikaları bu veya şu okuldan hangisinin daha çok etkilediğini teşhis etmek nispeten daha kolay bir meseledir.
Amerikan politikası, realist veya neocon yaklaşımına göre yontulduğunda Birleşik Devletler nasıl bir yola girdi?
En mühim mukayese noktaları, iki dünya savaşının âkıbetleridir. ABD, Birinci Dünya Savaşından sonra Wilson'un barışı imarına burun kıvırdı ve realizme yöneldi. Realistler, savaşı takip eden yirmi yıla ki Amerikan dış politikasında en yıkıcı dönemdir, "tecrit" dönemi nazarıyla bakarlar ve kapılarına yaklaştırmazlar; semantik bir kaçıştan başka bir şey değildir bu tabi. Tecrit, aşırı uçta yer alan bir realizm çeşidinden başka bir şey değildir. 1920-1930'lar arasında takip edilen Amerikan politikasında katı bir tecrit söz konusu değildi. Aksine, bu yıllar, yurt dışı görevlerin oluşturulduğu, Pasifik'de "açık kapı" politikasının canlandırıldığı ve Avrupa'daki mâli krizi çözmek için yinelenen çabaların sarfediliği ve yanısıra, uluslararası hayatın ekonomik tarafının önem verilen bir husus olduğu yıllardır. Terk edilen şey, Wilson'un yüksek idealizmi ve barışı korumak için Amerikan gücünü kullanma kararlılığıdır. Kısacası, realizmin dönemidir bu dönem. Ve 60 milyon cana mâl olan insanlık tarihindeki en yıkıcı olaya yol açmıştır ve yaptığımız diğer tüm savaşlardaki Amerikan can kaybının toplamından daha fazlası sadece bu savaşta yitirilmiştir.
Amerika, İkinci Dünya Savaşından sonra -Birinci Dünya Savaşında olduğunun aksine – bugün neocon yaklaşımı diye bilinen yöne döndü. Bununla şunu kastediyorum: Hiçbir müstemleke gücünün kalkışmadığı en küreselci bir yola koyulduk. Avrupa'da, Kuzeydoğu ve Güneydoğu Asya'da, Ortadoğu ve antipot'ta ittifaklar kurduk; yeryüzünü askeri üslerle donattık; dünya ekonomisini onaracak uluslararası kurumlar tesis ettik ve gelirimizin etkileyici bir kısmını dış yardımlara tahsis ettik. Hepsinde öte öyle bir strateji beyan ettik ki yeni hasmımızı karşılayacağımız arena, tüm dünya'ydı. Bu ısrar yani güvenliğimizin dünya'nın başka köşesinde bulunanların güvenliğine bağlı olduğu ısrarı, realizmin anti-tezidir. Senatör Robert Taft, "dünya'nın problemlerini çözmek için yarı tanrı yarı insan bir varlık" gibi hareket ettiğimizden hayıflanıyordu.
Bu politikalar, vakti zamanında "liberal uluslararasıcılık" şeklinde tanımlanıyordu; "neocon" terimi icat edilmeyi bekliyordu henüz. Bunlar, güçlü politikalardı (ulusal gelirimizin kabaca yüzde 10'nunu savunma harcamalarına tahsis etmiştik) ve vârisi, bugünün liberalizminden ziyade, bugünün neo-muhafazakârlığıdır. Realizm, I.Dünya Savaşını müteakip eşi benzeri olmayan bir felâkete sürükledi; II.Dünya Savaşını müteakip neocon politikaları ise devlet adamlığının tarihteki en mükemmel başarısı olarak görülebilir – tarihin en büyük askeri makinesine sahip bir düşman üzerinde nispeten kansız bir zafer elde etmiştir.
Kuşatma elbette ki mükemmel bir strateji değildi. Vietnam'da acıya neden oldu. Ve realistler kuşatma adına kendilerine düşen katkıyı sağlamışlardı; özellikle de Henry Kissinger'ın Sovyetlere karşı Komünist Çin'le el birliği yapmasında görüldüğü gibi. Ancak strateji, geneli itibariyle bir neocon tasarımıydı ve bir ark-neocon, Ronald Reagan tarafından başarıyla sonuçlandırıldı. Reagan "şeytan imparatorluğuna" söylemsel bir meydan okuma geliştirdi; komünist rejimlere karşı cinlerin cirit attığı yerlerde gerilla savaşlarına destek verdi; evrensel demokrasiyi teşvik etti; "Yıldız Savaşlarıyla" karşılıklı yıkımın ayağını kaydırdı. Başarılı olmuş bu taktikler, realistler tarafından pervâsız şaşırtmacalar olmakla suçlanırken neoconlar tarafından her fırsatta alkışlandı. Doğrusu, stratejinin şekillendirilmesine neoconlar yardım etmişti. Jeane Kirkpatrick, en başta gelen entelektüel mimârlarından birisidir. Amerikan yönetiminin nükleer silah politikalarının dümeninde Richard Perle vardı. Elliott Abrams "Reagan Doktrini'nin" baş figürüydü ve doktrini formüle eden kişi Reagan değil neocon yazarlardan Charles Krauthammer'dı.
Sovyetler Birliğinin oluşturduğu tehdit – yarı konvansiyonel yarı gayri konvansiyonel – realizmin hitap ettiği bir şey değildi ve bunlara karşı hiçbir cevabı yoktu.
Soğuk Savaş sonrası dünyada neler olup bitiyor peki?
İlk meydan okuma, Irak'ın Kuveyti işgaliydi. Bu olaya giden yolu Amerika'nın en yalın realist hamlesi döşemişti yani İran'la savaşında Irak'a verdiğimiz tam destek sayesinde oldu. Desteğin içerisinde istihbarat paylaşımı, üçüncü ülkeler üzerinden silah temin etmek ve de Irak'ın kimyasal silah kullandığını görmemek için bakışlarımızı başka yana çevirmek de vardı. Bu destekte olmasaydı, Saddam Hüseyin 1990'da Kuveyti işgal edecek bir durumda olmayabilir veya Amerikan'ın bu durumu kabulleneceğini varsaymazdı belki de. Bu varsayım, büyükelçimiz April Glaspie'nin Araplar arası çekişmelere Birleşik Devletlerin karışmayacağına dair sunduğu garantiyle de pekiştirilmişti. Çokça eleştirilen bu mesajından dolayı suçlanmalı mı yoksa sadece tâlimatları mı takip ediyordu bir yana, inkar olunamaz bir realist mütaalayı temsil ediyordu.
Irakı avından çekilmeye zorlama kararı, James Baker, Brent Scowcroft ve Colin Powell gibi realistlerle çevrili realist bir başkan tarafından alınmıştı. Ancak yapılması gerekli bu hareket, liberaller gibi bu savaşa karşı çıkan Patrick Buchanan, Zbigniew Brzezinski, James Schlesinger, Russel Kirk ve yazar Rowland Evans ve Robert Novak ve daha bir çok realistlerden ziyade neoconlardan destek görmüştü.
Savaş, Saddam'ı iş başında bırakma kararıyla sonuçlandırıldı ki bu karar, realist parmak izini taşımaktadır. Bu savaş, BM'in verdiği yetkiyle yapılmıştı ve diktatörü yerinden etmek üzere kendi kendimize Bağdata ilerlememe kararının başlıca gerekçesi, Bağdata ilerlemenin BM'in yetkisini aşmasıydı. Fakat savaşın sonlarında Saddama karşı yapılan ayaklanmalara verdiğimiz tepkiyi açıklamaya yetmiyor bu. Irak hava kuvvetlerine ait uçakların havalanmasına izin vermedik ancak ayaklanmacılara karşı helikopter kullanılmasına sesimizi çıkarmadık; Saddam'ın Cumhuriyet Muhafızlarına ait taburların, ayaklanmaları bastırmak için Amerikan hatlarına yaklaştığı zaman onları engellemek adına hiçbir çaba göstermedik Halbuki ne helikopterlerin havalanmasını engellemek ne de Saddamın askerlerini korkutup kaçırmak, BM salâhiyetini aşmak veya daha uzun savaşmamız anlamına gelmeyecekti. O halde Saddamı iş başında tutmadaki Sinik suç ortaklığımız için başka bir neden bulmalıdır. Savaştan birkaç yıl sonra eski ABD başkanı H.W.Bush ve ulusal güvenlik danışmanı Brent Scowcroft, ortak kaleme aldıkları bir makalede aslında Saddamı yönetimden devirmek istediklerini fakat aynı zamanda realist hesaplamalara girerek başka türlü hareket ettiklerini iddia ettiler. "Irak devletinin parçalanmasını ne Amerika ne de bölgedeki diğer ülkeler istememişlerdi" diye yazdılar. "Körfezdeki uzun vadeli güç dengesiyle ilgiliydik."
1990'ların ortalarına kadar kan dökülen ve güvenlik kaygılarından daha çok insani kaygıları öne çıkaran bir dizi mahalli olayla yüzyüze geldik. Neoconlar, insan hakları gibi saf mânevi kaygıları, yüksek öncelikleri olarak görürler ve bu noktada realistlerden ayrılırlar. Söz konusu olaydaki muayyen mesele, tehlikeye düşenin stratejik olmaktan daha ziyade mânevi olduğu hallerde ABD güç kullanmalı mı kullanmamalı mı sorusuydu.
Bismarck, Balkanlardaki arbedeye iştirak ederek sakatlanmanın "tek bir Pomeranya silahşörünün sağlıklı kemiklerine değmediği" yorumunu yaparak realist duruşu 1870'lerde özetlemişti. Muhakkak..,Amerikalı realistlerin bir çoğu, yabancı felâketzedelerin kurtarılmasına bugün sıcak bakıyorlar ancak bununla, başkalarının hayatlarını kurtarmak için Amerikalı hayatları riske atma arasında keskin bir hat çizeceklerdir. Neocon duruşunu tereyağından kıl çeker gibi ortaya koyması biraz daha müşküldür. Bazı neoconlar, saf insâni gerekçelerle askeri harekât düzenlenmesini bazı hallerde tasvip edeceklerdir. Nerede ve ne zaman harekât düzenlenebileceği ise bu süreçte kaç yabancı hayatın kurtarılacağı ve kaç Amerikalı hayatın yitirileceğine dair sezgisel bir aritmetik hesabına dayanır.
Bismarck'ın veciz sözünü söylediği zamandan bu yana 120 yıl geçmiş olmasına rağmen Balkanlar yine alevler içindeydi. Bush yönetimi, James Baker'ın realist gözlemi sayesinde "kaybedecek bir şeyimiz yok" diyerek duruma aldırış etmediler. Clinton da aynı politikayı takip etti; Warren Christopher, hareketsizliğimizin "ulusal çıkarlarımızın gerektirdiği tüm her şeyi yapmakla" aynı anlama geldiği açıklamasını yapmıştı.
Realistler, her iki yönetimin kendilerini dizginlemelerini alkışlamışlardı. Neoconlar ise bunun aksine Amerika'yı Sırplara karşı saldırıya yahut da Bosnalı müslümanlara silah sağlamaya zorlayan kampa katılmışlardı. Ben ve benimle benzer kanaatleri paylaşan diğerleri – örneğin Jeane Kirkpatrick, Richard Perle, Max Kampelman ve Charles Fairbanks – insâni felâket risklerinin yanısıra güvenlik mülaahazalarının da Amerikan müdahalesini gerektirdiğini savunmuştuk. Birleşik Devletlerin Kuveytle ilgili olarak öne sürdüğü saldırganlığa karşı müşterek tepki ilkesi, teste tâbi tutuldu. Bosna Hersek henüz yeni bir devletti ancak BM üyesiydi ve pek çok devlet tarafından tanınmaktaydı; ve Sırbistan'ın tecavüzüne mâruzdu. Dahası, bir Avrupa devletiydi. Avrupa barışını sağlamak, 1945'ten beri ABD politikasının esaslarındandı. Neoconlar nezdinde saldırganlığa müsamaha göstermek, başka yerlerde tekerrürü için davetiye çıkarmak demekti.
Clinton yönetimi, çoğu sivil olmak üzere yaklaşık ikiyüz bin hayat yitirildikten 3.5 yıl sonra nihayet haksız kavgaya bir son verdi. Katliamı sonlandırmak için gerekli olan eylem aşırı mütevâziydi: Birkaç hafta süren hava bombardımanı artı Hırvat ve müslüman askerlerin biraz eğitimden geçirilmesi. ABD politikasının tersine dönmesi kısmen Clinton'un siyasi kaygılarından ve kısmen de Atlantik müttefiklerinin düzensizlik ve kudretsizliğinin NATO'nun ruhunu öldürüyor olmasına duyulan üzüntüdendi. Bu çıkarım, Kosova'ya yapılan bir sonraki NATO harekâtında daha da pekişmişti; ne ki insâni felâket boyutu çok daha küçüktü ve harekâtın hukuki temeli sıfırdı.
Bosna'ya yapılan müdahale neocon nokta-i nazarından bakıldığında çok daha önceleri yapılmalıydı. Realistler ise sanıyorum ki müdahale ettiğimizden dolayı üzüntü duyuyorlardır.
Hiç değilse neoconlar nezdinde insâni ve stratejik meselelerin iç içe geçtiği düşünülen Bosna'nın yanında yine aynı dönemin en çok işaret edilen insâni felâketlerinin yaşandığı Somali ve Ruanda'nın herkesin kabul ettiği üzere hiçbir stratejik boyutu yoktu. Somali'de yaşanan açlık felâketinden dolayı yapılan müdahale realistlerce tasarlanmıştı (Colin Powell'ın zorlamasıyla George H.W.Bush tarafından) fakat eleştirmenler, bu müdahalenin, realizmin ruhundan ziyade neo-muhafazakârlık ruhuna yakın olduğuna işaret buyurmuş olsalardı daha doğru dürüst bir şey olacaktı. Somali'de yaklaşık beşyüz bin kişi kurtarılmıştı ancak hâdise, Amerika'nın hızla çekilmesine yol açan ondokuz Amerikan askerinin ölmesiyle sonlandı.
En açık ve şeffaf olanı, 500.000'den fazla insanın ırki kökenlerinden dolayı katledildiği, Hitlerin Avrupa yahudilerini yok etmesinden bu yana hakiki bir soykırımın yaşandığı Ruanda'dır. Bu katliam sadece birkaç hafta içinde yapıldı; Hitlerin ölüm makinesinden çok daha hızlı bir şekilde. Birleşik Devletler, katliamın yaşandığı süre zarfında parmağını oynatmayı özenle reddetti ve ABD dahlini gerektirebileceği korkusundan dolayı Güvenlik Konseyinden her hangi bir BM eylem kararı çıkmasını engelledi. İşte realizmin büyük zaferi.
Son olarak, 11 Eylül ve sonrasına dönelim. Amerikalılar son otuz yıl boyunca her fırsatta Ortadoğulu teröristlerce öldürüldü ve her defasında kayıplar giderek daha da arttı; ilk önce Amerikalı diplomatlar Cleo Noel Jr. ve George Curtis More, ABD büyükelçiliğini bombalayan Kara Eylül tarafından 1973 yılında Hartum'da öldürüldü; daha sonra 1983 yılında Beyrut'taki Amerikan karargâhı ve 1998'de Nairobi ve Dar es Selam'daki ABD büyükelçilikleri bombalandı; 1996'da Dahran'da Amerikalı askerlerin kaldığı bir binanın bombalanırken, 2000 yılında USS Cole saldırı düzenlendi. Diğer pek çok bombalama, uçak kaçırma ve suikastlar bir tarafa. 11 Eylül olayları dönüm noktası oldu. Pek çok Amerikalı, el Kaide'nin peşine düşmenin gerekliliğine inandı. Ancak görünen oydu ki daha derin bir stratejiye ihtiyacımız vardı zira genç müslümanların çoğu bizi öldürmek için seve seve can vermeye hazırdılar ve kendi ülkelerindeki pek çokları onların işledikleri bu amellere karşı sempati besliyordu.
Liberaller, teröristleri güdüleyen şeyin sefâlet olduğunu, çözümün dünyadaki fakirliğin giderilmesinde yattığını savunuyorlardı. Bu sav, iki şeyi dışarıda bırakıyordu. İlki, evrensel bolluğu tam olarak nasıl sağlayacağımızı belirtmeyi ihmal etmektedir. İkincisi, gerçek teröristlerin çoğu fakir değildir.
Bush, bunun yerine, terörizmin insan kaynağının azalması veya terörizmi onaylayan insanların sayısının azalması için Ortadoğu'nun siyaset kültürünü hızla değiştirmeye koyuldu. İşte bu şüphe götürmez bir şekilde neocon stratejisiydi. Kökeni realizme giden Bush niçin bu stratejiye sarıldı? Çünkü realizmin terörizme veya cihadizme karşı fiilen sunacağı hiçbir şeyi yoktu.
En yakın realist çözüm, İslam dünyasının kızgınlığını gidermek ümidiyle Amerika'nın İsrail'le olan dostluğunu bitirmesiydi. Pek çok müslümanın, İsraile verdiği destekten dolayı Amerika'ya kızgın olduğuna şüphe yok. Fakat Ortadoğu'daki şiddette İsrail'in çoğunluk hissesi yoktur; ve İslam dünyasının İsraile karşı nefreti, müslümanların kendilerine ait hissettikleri güç ve statü üstünlüğüne sahip olan Batıya karşı besledikleri daha derin bir gazabın semptomudur. Kısacası, realistlerin bu çözümü, ilkesiz olduğu kadar ikna etmekten de uzaktır ve bu görüşün geçerliliğine çoğu Amerikalıyı ikna etmeye muktedir olamamışlardır. İçlerinde en az doğru olan kişi, bunun nedenini anlamada ziyana uğrayarak komplo teorilerine saptı.
Neocon stratejisinin gerekli bir parçası olsun veya olmasın, Irak savaşı, Bush'un neocon stratejisinden neşet etti. Savaş, fiyaskoya döndüğünden dolayı kabahatin büyüğü haklı olarak neoconlara ciro ediliyor tıpkı Vietnam savaşında kabahatin büyüğünün onlara veya onların ideolojik seleflerine ciro edilmiş olması gibi. Ancak Vietnam, kusur işlenen ve acı dolu bir hadisedir ve fakat sonuçta sağlam ve hatta parlak bir strateji olduğunu kanıtlamıştır. Bizi Irak'a götüren stratejide nihayette temize çıkabilir. Bu arada, neoconlar Irak'la ilgili ağızlarının payını aldılar. Ancak realizm, küresel terörizm tehditine karşı cevap yoksulu olarak kalmayı sürdürüyor tıpkı geçmişte küresel Komünizm tehditi karşısında olduğu gibi.

Bir sonraki yazı: "Stephen Walt'ın cevabı: Kristol'ün Kehanet Küresi Paramparça"

 

Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın