Ne öğrenirsek, acıdan kederden öğreniriz!

O kadar çok şey var ki yazılacak. Belki daha doğrusu yazılması gereken. Ama yazamıyorum.

Geçenlerde, bir düşünce kuruluşundaki toplantı nedeniyle bir hafta Washington'la New York'ta kaldım.

Aklımda üç konu vardı yazmak için. Üstelik üçü de Türkiye'yi yakından ilgilendiren konulardı.

İlki, Amerikan başkanlık seçimiydi.
Obama-Clinton kavgası!
Mücadeleyi Obama önde götürüyor. Ama bu arada Obama'nın kendi Papazı ile başının derde girmesi, Amerika'da ırkçılık meselesinin hâlâ tedaviye muhtaç bir yara olduğunu da sergilemişti.

Obama'yla Clinton birbirlerini yerken, -Başbakan Erdoğan'ın da tercih eder göründüğü- Cumhuriyetçi aday John McCain kasım ayında Beyaz Saray'a oturabilir miydi?..

New York'taki bir siyah taksi şoförüyle siyaset sohbetimi yazabilirdim. "Ben bugüne kadar hep Demokratlara oyumu verdim, çünkü onların kalpleri çok daha iyi" diyen siyah şoför, "Peki Obama mı,  Clinton mı?" diye sorunca beni şaşırtmıştı:

"Benim oyum Bayan Clinton'a. Obama'ya vermem. Sistem meselesi! Clinton daha iyi iş yapar çünkü."

Amerika'dan ikinci yazı konusu, bu ülkede başlayan ve biz dahil bütün dünya ekonomilerini sarsmaya devam eden  küresel kriz ve krizin mesela New York'taki günlük yaşama dönük etkileri olabilirdi.

Bunu da yazamadım.
Üçüncü konu Irak'tı.
Ben Amerika'dayken Irak Savaşı'yla işgalinin beşinci yılıydı. Medya, bizim komşumuz Irak'la dolup taşıyordu. Amerika Irak'ı artık kendi kaderiyle baş başa bırakıp gitsin mi, yoksa kalsın mı?

Kolay soru değil.
Çünkü sorun dallı budaklı!
Hiçbirini yazamadım.
Washington'da birini yazmak üzereydim ama olmadı. Türkiye'nin Kürt sorunu, Kuzey Irak ve tabii AKP'nin kapatılma davası ağır bastı.
Brooking's Enstitüsü'ndeki konuşma ve tartışmalar bu konularda düğümlenince, benim yazıların çerçevesi de kendiliğinden çizilmiş oldu.

New York'a geldiğimde kararlıydım konu değiştirmeye. Üçüncü Cadde'yle 55. Sokak'ın köşesindeki İrlanda barına, bin yıllık P.G.Clarke's'a beni getiren siyah taksi şoförüyle yaptığım siyaset geyiği enfesti.
Bunu yazmaya kararlıydım.

Barın arka tarafındaki bildik kuytuluklardan birine çekilip bilgisayarımı daha yeni açmıştım ki, cep telefonuma mesaj:

İlhan Selçuk gözaltında!
Yazı konum çaresiz değişmişti.
Ve yine içe döndüm.
Türkiye'nin gündemi öyle ki, bizi ille de içimize çekiyor, içimize kapatıyor, dışarıyla, başka konularla ilintimize darbe vuruyor.
Abartma diyebilirsiniz.

Otur yaz Irak'ı da, Amerikan seçimlerini de, küresel krizi de, elini tutan mı var diyebilirsiniz.

Ama olmuyor işte.
Özellikle şu son bir yıldır.
Türkiye'de demokrasiydi, hukukun üstünlüğüydü, insan haklarıydı derken öylesine haksızlıklar yaşanmakta ki, eğer işiniz siyaset yazmaksa, ister istemez bütün önceliği böylesi konular alıyor.
Ama bu yakınlarda vakit bulup bir şiir kitabının sayfaları arasında keyifle dolaştım:

Bejan Matur'un "İbrahim'in Beni Terketmesi."
Yeni çıkan kitabını anlatırken, "Biz ne öğrenirsek acıdan, kederden öğreniriz" demiş Bejan Matur.

Kendisine sormuşlar:
"Melekleri yükselten ve kanatlarını kelimelere açan / Şehrin siyah oluşudur' diyorsunuz. Sizin kelimelerinizin kanatlarını açan, bu coğrafyalar üstünde yaşanan acılar mı?"

Bejan Matur'un yanıtı:
"Biz ne öğrenirsek acıdan, kederden öğreniriz. Neşenin insana çok şey öğrettiğini sanmıyorum. Coğrafyamızın çok ağır ve kederli bir havası vardır ve bu şiirimize doğal olarak geçiyor.

Önemli olan bu acıdan arabesk bir eziklik üretmemek, o acıyı vakarla taşımak. Çünkü dünyada olmak, insanın yeryüzündeki macerası kederli bir maceradır. İnsan eksiktir, arayış içindedir, varlıktan kopmuştur. Şehrin siyah oluşu, o şehirde biriken acılar mutlaka şiire girer."(Y. Şafak Kitap, 2.04.08)
İyi pazarlar!

Kaynak:Milliyet