Şu anda Amerika İran müzakereleri adı altında gözlemlenen şey ne kadar ciddi? Acaba bazılarının ileri sürdüğü gibi iktidardaki kanat eşine az rastlanır şekilde yönetimde tek sesliliği sağlamış olduğu için bu müzakereleri gerçekleştirmek ve iki ülke arasında donmuş ilişkileri eritmek için iyi bir konuma sahip midir? Ben kendi adıma yaklaşık iki hafta önce "yeni politika ümidi" başlıklı bir yazı yazarak gerilimin azaltılmasından duyduğum sevinci dile getirmiştim ancak bu yazının sonunda gerginliklerin kalıcı biçimde giderileceğine fazla bir ümidim olmadığını da belirtmiştim. O yazının üstünden iki hafta geçtikten sonra ümitsizliğimin sebebini açıklamak istiyorum.
Uluslar arası alanda uzlaşma sağlama ve en az bedelle anlaşmazlıkları giderme yolu olarak müzakerelere büyük önem atfedilmektedir. Müzakereyi reddeden her ülke ya da siyasetçi kamuoyu açısından daha dezavantajlı konuma düşmektedir. Bu nedenle kamuoyunun etkisiyle bazı siyasetçiler ve hükümetler dönemsel ve gerçekçi olmayan müzakerelerde bulunmakta oysa görüşmelerin arka tarafında karşı tarafla arasında olan güç dengesini değiştirme amacındadırlar. Bu nedenle yalnızca müzakerelerin gerçekleşiyor olması bizi büyük dönüşümlerin gerçekleşmek üzere olduğu hatasına düşürmemelidir. Üstelik bu müzakerede olduğu gibi Amerikan devletinin bilmem kaçıncı dereceden bir yetkilisinin masanın bir köşesinde sessiz dinleyici gibi oturduğu ve müzakere başkanlığını Avrupalı başka bir kimsenin üstlendiği görüşmelerden fazla bir şey beklenmemelidir. İki tarafın bu şekilde bir araya gelmeyi kabul etmesi elbette önemlidir, -gerçi benzer bir durum daha önce Afganistan konusunda da yaşanmıştı- ancak müzakere ve görüşmeler yalnızca iki tarafın da meseleyi gerçekten de çözüme kavuşturmak için ciddi bir iradeye sahip olması durumunda ciddi olacaktır. Böyle bir iradenin olmaması durumunda müzakerelerde yer almak yalnızca yan faydalar sağlamaya yönelik olacaktır.
Bu yazıda Amerikalıların bu davranışının hedeflerini açıklama amacında değilim. Ancak şu söylenebilir ki onlar bu hareketleriyle demokratların İran ile koşulsuz görüşülmesi gerektiği yönündeki söylemlerini önemli ölçüde etkisiz hale getirmeyi başardılar. Eğer İran'ın önümüzdeki günlerde Batının isteklerine cevabı olumsuz olursa bu sloganın Amerikan seçimlerinde kesinlikle etkisiz olacağı hatta Obama'nın bu durumu telafi edebilmek için daha sert tutum alacağı bile düşünülebilir. Nitekim son haftalarda böyle bir eğilimi görülmektedir.
İran tarafında da formalite hatta ciddi müzakereler gerçekleştirmek için çok sayıda sebep göze çarpmaktadır. Bunlar arasında bazı güçlerin (iktidar yapısının içinde ya da dışındaki) iki ülke arasındaki gerilimin düşürülmesi için yaptığı baskılar hükümetin böylesi bir girişimde bulunması için ortamı uygun hale getirmektedir. Ancak devlet yetkililerinin harekete geçmesindeki en önemli etken başka bir şey olmalıdır zira görünüşe göre onlar böylesi bir işi gerçekleştirmek için psikolojik açıdan oldukça hazırlar ve bunu olumlu olarak değerlendiriyorlar. Eğer bir Amerikalı subayın resim çektirmesi haberinin yansıtılmasına ve diğer hususlara dikkat edilirse bu isteğin güçlü olduğunu görüyoruz. Ancak pratikte böyle bir şeyin gerçekleşmesi çok zor. Neden?
Her müzakere tarafların birbirlerinin isteklerine asgari bir değer vermesi durumunda gerçekleşebilir. Başka bir ifadeyle asgari müştereklere sahip olunması gerekir. Müzakere bir taraf için tam bir teslimiyet söz konusu olmadığında ve tarafların belirlenmiş birkaç ilke temelinde pazarlığa girişmeleri durumunda gerçekleşir. Böyle bir ön anlaşmanın olmadığı yerde müzakere de olmaz ve eğer olursa kullanılan cümleler tarafların askeri silahlarının tercümesi olur başka bir şey değil.
İran ve Amerika devletlerinin arasındaki sorun böylesi oturumlarla basitçe çözümlenebilmekten çok daha karışıktır. Bu sorun geçen on yılda açık olarak ortaya konmuyordu ancak son birkaç yıldır daha açık şekilde belirtilmektedir. Taraflar arasındaki anlaşmazlığın temeli ve kaynağı müzakere konusu edilemeyecek şekildedir.
Sorunun aslı iki tarafın uluslar arası sisteme bakışıdır. ABD açısından bugün dünyaya az çok anlaşılabilir ve sınırları olan bir uluslar arası sistem hakimdir. Eğer bunun sınırları ve bazı özellikleri tartışılabilse bile mahiyetini değiştirmek mümkün değildir. Örnek olarak bu sistemin özelliklerden birisi Güvenlik Konseyinin son karar mercii olmasıdır. İlkelerinden birisi bu örgüte üye olan ülkelerin varlığının sorgulanmamasıdır vs. Bu sistemde bazı ülkeler için özel konum belirlenmiş ve diğer ülkelerin de kendilerine ait bir hiyerarşileri vardır. Bu sabit ve ülkelerin asla değiştiremedikleri bir sıralama değildir ancak bu hiyerarşik sistemin mahiyetini değiştiremezler.
Amerika bu sistemde kendisine bir rol biçmiş ve kendisini sistemin en üst noktasında konumlandırmıştır. Amerika'daki bazı gruplar bu rolü çok geniş olarak tanımlarken daha ılımlı olan bazıları ise bu sistemin önderliği ve rehberliği rolünü ülkelerine vermektedirler. Ancak İran pratikte ve açıkça bu temelleri reddetmektedir.(Bu arada İran'ın siyasetlerinin çelişkisi de görmezden gelinmemelidir. Bir yandan kendi aleyhine çıkarılan yaptırım kararlarını tanımadığını belirtirken diğer yandan Güvenlik Konseyine üye olmak istemektedir!) Doğal olarak iki ülkenin uluslar arası sisteme bakışlarını bir araya getirmek ve onları görüştürmek kolay değildir. Müzakerelerin konusu yalnızca bu karşıt bakışların değiştirilmesi olabilir ki bu da düşünülemez.
Dolayısıyla etkin ve ciddi müzakereler yalnızca bu iki bakıştan birisinin değişmesi durumunda gerçekleşebilir. Eğer bu iki farklı hatta çelişkili bakış açısının değişmediği müzakereler gerçekleşse bile kesin olarak bilinmelidir ki bu formaliteye yönelik bir iş olacak, bundan yan hedefler güdülecektir, belki de iki ülke zaman kazanmaya çalışacaktır. Unutmayalım ki Irakla savaş da böyle bir durumdaydı. Hatırlayacak olursak İran müzakereye fazla eğilimli değildi zira savaşı öyle tanımlamıştı ki sonucunu savaş meydanında almalıydı. Bu nedenle BM'in ateşkes kararını kabul ettikten sonra bile kararı taktiksel olarak kabul etmekle suçlandı. Merhum İmam "bu siyaseti kabulde kesinlikle kararlıyız" demişti. Bu noktalar göz önüne alındığında bugünkü şartlarda iki tarafın çok önemli uluslar arası sistem kavramına bakışlarında hiçbir değişiklik görünmüyor. Zaten Amerika ve Batının İran'ın uranyum zenginleştirmesine hassasiyeti de mevcut uluslar arası sisteme olan vurgularından dolayıdır. Bu nedenle onların Hindistan ve Pakistan karşısındaki tepkileri çok cılızdı zira onların nükleer bilgiye ulaşmalarını uluslar arası mevcut sistemde stratejik bir sorun yaratacak bir gelişme olarak görmüyorlardı. Çin ve Rusya'nın da İran'ın nükleer faaliyetleri konusunda neredeyse ABD ve Batı ile aynı çizgide hareket etmeleri bu noktadan kaynaklanıyor. Zira onlar da kendilerini bu sistemin temel ayaklarından birisi olarak görüyorlar ve sistemde gedik açılmasını istemiyorlar. İran aleyhindeki oyları ve Zimbabwe konusundaki tutumları bu iddiayı destekler niteliktedir. Unutmayalım ki İran'ın uluslar arası sisteme ilişkin strateji değişikliğinin iç politikaya yönelik de geniş etkileri ve sonuçları olacaktır ve bu etkilere ve sonuçlara tahammül etmeden böyle bir değişiklik gerçekleşmeyecektir. Böylesine önemli bir konuyu basın ve medya alanına indirgemek ve yüzeyselleştirmek yalnızca kamuoyunun saptırılmasına neden olacak ve başka bir sonuç vermeyecektir.
Çeviren: Hakkı Uygur