Modernlik sadece değişim mi?

Bizim entelektüellerimiz, bilim adamlarımız ve iktidar elitlerimiz, Batı?nın belli başlı merkezlerinde tanımsal çerçevesi yapılmış modernliği bize tercüme etmekle yetindiler, modernliğin tüketicileri oldular. Kabul etmek lazım ki, bizim modern süreçlerin gelişmesinde sahip olduğumuz Allah vergisi tabii kaynaklarımızdan, hammaddelerimizden ve pazar olma özelliklerimizden başka herhangi bir katkı sağlamış değiliz. Son iki yüz senedir yüceltilen ?kahramanlarımız? Batı modernliğini bizde tesis etme başarıları dolayısıyla yüceltilmeye değer bulunmuşlardır. Üniversitelerimiz, eğitim kurumlarımız, müfredat programlarımız modernizasyon politikalarına hizmet etmek üzere faaliyet göstermektedirler. Batılı zihni ne kadar anladığımız, Batılı kurumlara ne kadar yaklaştığımız ve elbette bize ve geçmişimize ait geleneksel zihniyet ve kurumlardan ne kadar koptuğumuz bizim hem ?değişme kabiliyetimiz?in hem modern hayata katılmamızın kriteri sayılmaktadır. Bu süreç sorgulanamaz, değil karşı çıkmak, ona eleştirel bir gözle bakmaya çalışmak bile, en temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına, en azından ?gerici, çağdışı ve irticacı? damgasını yemenize yetmektedir. Ama gerçekten cevabı tam olarak verilmeyen sorular vardır: Sahiden, İslam toplumları değişmek istemiyor mu? Çok mu hallerinden memnunlar? Tarihlerinde her şey olağanüstü derecede iyi ve mükemmel idi de, tarihi ve yaşanmış hayatları oldukları gibi bugün de tekrar etmek istedikleri için mi moderniteye eleştirel bakıyorlar? Bu sorulara dikkatlece cevap vermek zorundayız. Varlık aleminde olan değişim, cevherden bir arzu ve gücün kendini açığa vurması, bir istek olarak ortaya çıkması ile gerçekleşir. Toplumsal değişim de aynı yasalara bağlıdır. Bir toplumun iç dinamiklerinde bir arzu ve irade zuhur ettiğinde, bu, güce dönüşür ve değişim ortaya çıkar. Demek ki aslolan bir arzu ve iradenin kendini açığa vurmasıdır. Değişmek isteyen toplum, bunu bir irade olarak ortaya çıkaracak, arzu edecektir. Bu, değişimin olmazsa olmaz şartıdır. Eğer bunun doğru hüküm olduğunu kabul ediyorsak, şunu söyleyebiliriz: Batı?dan gelen değişim projesi (modernizm veya modernizasyon) dışardan mekanik ve emredici olduğundan iç dinamiklerle ilişkisizdir. Belki bu yüzden toplum ?değişim? süreçlerine kuşku ile baktı, devletlerin empoze ettiği ?gelişme ve kalkınma politikaları?na katılmakta isteksiz davrandı. Çünkü bidayette ll. Mahmut?tan itibaren modern hayata katılmayı Osmanlı iktidar seçkinleri, yani Saray karar verdi. Karar verirken de topluma fikrini sorma ihtiyacını duymadı. Bu özelliği dolayısıyla özellikle ?Türk modernleşmesi? tabiatı gereği otoriterdir, demokratik müzakereye açık değildir, sivil katılıma kapalıdır. Türk modernleşmesinin ikinci parametresi kendini ?din-dışı? olarak tanımlamasıdır. Ta 19. yüzyıldan itibaren İslam ile Hıristiyanlık; İslam tarihi ile Avrupa tarihi arasında benzetmeler yapılarak bizde dinin ?ilerlemeye mani? olduğu iddia edilmişti. Buna göre madem ki, Avrupa kalkınması dinin dışına çıkılarak, hatta Fransa örneğinde gözlendiği üzere dine karşı tutum alınarak gerçekleşmiştir, öyleyse bizim modernleşmemizin de dinin dışında formüle edilmesi, dine, yani İslamiyet?e karşı tutum alınarak yürütülmesi gerekmektedir. Bir başka geliştirilen formül, ?dini tamamen kültürün ve toplumsal hayatın dışına çıkarmak? mümkün değilse, o zaman dinde reform yapalım, İslamiyet?i Protestanlaştıralım. Bu fikri öne sürenlerin bir dayanağı vardı, o da Max Weber?in ?Protestan ahlakın kapitalizmin ruhu?nu oluşturduğu ve Avrupa?da ilerleme ve kalkınmayı motive ettiği tezidir. Oysa Weber?in tezi temelden yanlıştı; çünkü Protestanlık kapitalizmden önce değil, sonra teşekkül etmişti. Başka bir ifadeyle Kapitalizmi ortaya çıkan Protestanlık değil, Protestanlığı ortaya çıkaran Kapitalizmdi.

- - - - - - -