Tıp kendi kendini yemeye otofaji diyor. Zannedilenin aksine bu dertle mustarip insan sayısı da az değil. Sosyal hadiselere biyolojist mantıkla yaklaşmayı seviyorum. O gözle bakıldığında, gerek tarihte gerekse günümüzde toplumların zaman zaman kendi kendini yiyen bir tablo içine sürüklendiğini duygusuna kapılmamak elde değil. Yanıbaşımızdaki ülkelerde, Uzakdoğu'da bu kanaati teyid edecek pek çok örnek görmek mümkün.
İster akıl tutulması deyin, ister başka şey. Bazen tarihten taşıdıkları, bazen kendilerinin bazen başkalarının icad edip benimsettiği sebeplerin önünde takılıp kalıyor toplumlar. Ermenistan'ın, Sırbistan'ın, eski Sovyetler Birliği coğrafyasında yer alan devletçiklerin hali bu.
Genelde böylesi bünyelerin paydalarına bakıldığında dert başlıkları beş aşağı beş yukarı aynıdır: Etnik veya inanç farklılığı; bazen ikisi birden. Köktenci ya da uzlaşmacı bir yaklaşımla sorunları çözmeden yola devam etmenin zor olduğunu herkes bilir aslında; ama genelde nerede ne zaman patlak vereceği bilinmeyen krizleri göze almayı seçer toplumlar; vehmedilen dayanıklılığa güvenir.
Türkiye'nin böylesi müzmin sorunları var. Bunları geçiştirerek bugüne kadar idare etti. Nitekim AB projesi, siyasetin öteden beri farkında ve idrakinde olduğu ama göze alamadığı zihniyet değişikliğini sağlayacak reformlara olası itirazları havuç göstererek aşma düşüncesinin eseridir. Dert sadece bu meselelerden ibaret değil tabii. İlave olarak Türkiye'nin dikkatini temel sorunlardan uzaklaştıran günlük, haftalık, aylık, mevsimlik kelepçeleri var. Dün cumhurbaşkanlığı, parti kapatma davası, Ergenekon soruşturması vardı, bugün Deniz Feneri, Tayyip Erdoğan-Aydın Doğan gerginliği var; yarın bir başka sıkıntının çıkacağından artık herkes adı kadar emin.
Dikkat ederseniz bu perakende krizler ekonomiyi ve kitleleri sarstığı, ya da uyandırdığı heyecanla mütenasip önemli bir sonuç doğuruyor falan da değiller. Cumhurbaşkanı seçimi söz konusuyken yaşadıklarımızı, sarf edilen sözleri hatırlayın bir de bugüne bakın. Tepkisini bildiri yayımlayacak kadar ileri götüren ordudaki yaklaşım ve üslup değişikliğinden, ana muhalefet liderinin tavrına kadar. O gerilim içinde maddi ya da moral manada kaybettiklerimizle kaldık. Aynı durum parti kapatma davası süreci için de geçerliydi. Türkiye'de herkes, her şey üç ay durmuş, ülke Anayasa Mahkemesi'nde çıkacak karara kilitlenmişti adeta. Kritik tahlilin olumsuz neticesini işitme endişesiyle beklerken apansız rahat nefes aldık. Nefes aldık almasına, ama doğrulup o hasarla yola koyulduk.
Şüphemiz olmasın ki Başbakanla Doğan Grubu arasında devam eden gerginlik de bir süre sonra yatışacak... Yatışmak zorunda, zira ne AKP ve Tayyip Erdoğan 12 Eylül partileri gibi mevsimlik bir çatı ne de karşısına aldığı medya grubu. Yaşananların benzerleri geçmişte çok görüldü. 1957 seçimlerinden sonra neredeyse kanlı-bıçaklı hale gelen İsmet İnönü-Adnan Menderes çekişmesi 29 Ekim resepsiyonundan çıkarken iki liderin kolkola girmiş halde göründükleri fotoğrafla son bulmuştu.. 'Bahar Havası' diye isimlendirmişlerdi gazeteler o yumuşamayı. Kavgalı olduğu gazete sahipleri ve yazarlarla başbakan arasındaki buzlar, karşılıklı içilen bir çay ya da Menderes'in telefona sarılıp gönül almasıyla çözülüverirdi. Keza Süleyman Demirel kadar gazetecilerin, basın patronlarının canını yaktığı lider olmaya görsün. Onun CHP'nin resmi yayın organı Ulus'ta hakkında en ağır yazıları yazan rahmetli Remzi Şahin'e nasıl kol kanat gerdiğinin tanığıyım. Keza eleştiri ne kelime, Demirel'e hakareti yayın politikası haline getiren Adalet Gazetesi sahibi Turhan Dilligil'i resmi ilan kesintisiyle zorlamak teklif edildiğinde bunu reddedişinin.
Velhasıl bu gerilimlerin hepsi yatışır. Acı olan; her seferinde 'İyi de biz bunu neden yedik...' dedikte sonra aynı kafada gidişimizdir.
Kaynak: Radikal