Anayasa mahkemesi üyelerinin, Anayasa değişikliklerinin ancak şekil bakımından denetlenebileceğini, kararın toplumdaki kutuplaşmayı hızlandıracağını bildiklerini kabul etmeliyiz. Üyelerin Mahkeme'nin görev ve yetkilerini tanımlayan, Anayasanın 148'inci maddesine aykırılığını bilerek bu karar verdikleri bence çok açıktır.
Mahkeme'nin konuyu, 'yasaların anayasaya uygunluğu denetimi' görevi içinde değil, 'Cumhuriyet'in korunması' görevi içinde ele aldığını sanıyorum.
Sorulması gereken Mahkeme'nin bu yetkisinin olup olmadığıdır. Gerçekten Anayasa Mahkemesinin, 'Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi' var mıdır?
Adı konulmuş olsun ya da olmasın, Anayasa Mahkemesi kurulduğundan bugüne 'Cumhuriyeti koruma görevini' üstlenmiş bir kurumumuzdur, bu siyasal görevin siyasal sonuçları olması doğaldır. Son kararda dokuz üyenin vicdani kanaati, böyle bir görev anlayışı içinde oluşmuştur.
Burada şu soruyu sorabiliriz: Anayasa'ya aykırı karar akla ve vicdana dayanmış olabilir mi? Düşünelim:
Anayasa Mahkemesi üyeleri de bu toplumun içindedir; çevrelerinin, gördüklerinin, okuduklarının etkisindedirler. Toplumun, mahkeme üyelerinin de içinde bulunduğu bir kesimi, Başbakan'ın ülkeyi medeni hukuk kurallarının dışında bir düzene taşıyacağına inanmaktadır. 22 Temmuz seçiminden sonra kaygı duyanlar artmış ve bu artış kutuplaşmayı da hızlandırmıştır.
Toplumun bir başka kesimi de, bu kaygıyı 'gerçekdışı' ya da 'Saçma' bulmaktadır. Bu iki büyük kesimin dışında, daha uçlarda küçük gruplar da vardır.
'Kaygılanan' da, kaygıları 'Gerçekdışı' ve 'saçma' görenler de halkımızın gerçeğidir. Hepimiz birlikte yaşıyoruz; birlikte yaşayacağız.
Konumuza dönelim: Son karar, Anayasa Mahkemesi üyelerinin de içinde bulunduğu 'kaygılanan' kesimin, düşüncesinin ve duygusunun ürünüdür. Karar böyle görülmez de; demokrasi karşıtlarının dayatması gibi görülür yorumlanırsa, halkta huzursuzluk ve belirsizlik yaygınlaşır; ülkede her şey, ama her şey bozulur, toplum hayatımız karmaşaya döner.
Kararı yönlendiren cumhuriyetin korunmasından duyulan kaygıdır. Seçim sonrasında, siyasal hayatın her yanında görülen sıkıntıların kaynağında bu kaygı bulunmaktadır. Başbakanın ayağına takılanların birçoğunu, başbakanın ihmaliyle artan bu kaygı beslemiştir!
Sorunumuzu özetleyelim: Demokrasimizin bugün için en önemli sorunu 'ülkenin temel ilkelerden saptırılması' ve 'Cumhuriyetin korunması'dır. Bu bir anayasa konusudur; temel ilkelerine öncelik vererek yeni anayasayı tartışmaya başlamalıyız.
1924'ten beri anayasa üzerinde çalışanlar bu konuyla karşılaşmışlardır. Askerlerin Cumhuriyeti tehlikede diyerek giriştikleri ilk darbeden sonra hazırlanan 1961 Anayasasıyla, Senato ve Anayasa Mahkemesi kurulmuştu. 'Cumhuriyet Senatosu', seçim kuralları ve yetkileri doğru konulamadığından, yasama ve yürütmeyi dengeleme görevinde başarısız olmuştur.
12 Eylül Anayasası'nda senato terkedilmiş; cumhuriyet'in korunması, sınırlı biçimde Anayasa Mahkemesine ve yetkileri artırılan Cumhurbaşkanı'na bırakılmıştır.
Senato'nun kapatılmasından 28 yıl sonra, Meclis Başkanı Sayın Toptan, 'çift kamaralı' sistemi, yani senato kurulmasını tartışalım demiştir.
Görüldüğü gibi bugün, Anayasa Mahkemesi kararını tartışırken, gerçekte Cumhuriyet'in
korunmasını tartışıyoruz.
Sayın Toptan, konuyu parti başkanlarıyla toplanıp konuşacağını söyledi. Girişim Meclis'teki partilerin uzlaşmasıyla nelerin yapılamayacağını gösterecektir,
bu bakımından gereklidir.
Halk bugünkü siyasal yapıyı bildiği için; parti liderleri toplantısından bir şey beklememektedir. Halkın beklediği demokrasinin ve cumhuriyetin 'gerçekten' korunmasıdır.
Mahkeme kararıyla, Cumhuriyet'in korunması konusunda açılan tartışmada, Başbakan Erdoğan'ın yarın söyleyecekleri, yeni bir dönem başlatacak önemdedir:
Ya kaygıları küçümseyip görmezliğe gelerek kutuplaşmada bir adım daha atacak; ya da görevinin gereğini düşünüp halkın huzuruna öncelik verecektir. Birincisi halkın karmaşaya koştuğu dönemi, ikincisi ülkenin demokratik ve ekonomik gelişmesinin önünü açan dönemi başlatacaktır!
Kaynak: Radikal