Türkiye’de yaşayan entelektüellerin, kanaat önderlerinin, siyasîlerin; özetle bu ülkenin menfaatini arzulayan herkesin, üzerinde uzun uzun düşünmesi, cevap vermesi için özel gayret sarfetmesi gereken bir soru vardır, o da: “İslâm’ın geriletilmesiyle Türkiye neler kaybetti?”
Bu sorunun cevabı milletin geleceği ile yakînen alakalı olduğundan, ideolojilerinin rengi ne olursa olsun toplum önderlerinin vatana, tarihe ve halka namus borcudur.
Resmi ideolojiyi koruma kaygısı yahut “dinciler (!) bundan karlı çıkar” endişesi, verilecek cevaba mümkün mertebe yansımamalıdır. Ki, arayışı içinde olduğumuz soruya “objektif” dürüstlükle yanıt verebilelim.
Bizim bu yakıcı soruya vereceğimiz cevap, başkalarına göre, inançlı birisinin hayâlinden neşet etmiş duygusal sonuçlar olarak algılanabilir. Lakin, biz, değerlendirmeyi insaf sahibi kişilerin vicdanına bırakıyoruz.
“Devletin İslâm’la sağlıklı ilişki kuramaması, hatta agrasif ideolojik reflekslerle onu dışlaması”, Türkiye’ye çok pahalıya mal olmuştur. Bunların bir kısmını, yerimizin bize sunduğu imkân ölçüsünde özetleyelim:
1. Türkiye, coğrafyasındaki tarihî liderliğini Osmanlı’dan sonra yitirmiştir.
2. Koca Osmanlı parçalanarak, yerine, “ulus devlet” patentli onlarca küçük devletcikler kurulmuş ve bu devletcikler arasında birçok husûmetler peydahlanmıştır. Bu bağlamda hem Türkiye’nin hem de diğer Osmanlı bâkiyesi ülkelerin biribiriyle yaşadığı sınır ihtilafları ve bunların beslediği husûmetin mal olduğu neticeler, akla gelebilir.
3. Ortadoğu sorununda gerekli insiyatifi alamamak: Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın İslâm’la ilişkisinden dolayı içine girdiği “reddi miras” psikolojisi yüzünden, Osmanlı coğrafyasıyla, 400 yıllık yönetimden kaynaklanan hukuksal ilişkisinin bir gereği olan vâris rolünü üstlenememektedir.
Türkiye’nin, eskiden Osmanlı’nın idare ettiği topraklarda, uluslararası hukuka göre, mutlaka söylemesi gereken sözleri vardır. İngiltere ve Fransa’nın sömürgeci geçmişine rağmen, eskiden yönettiği coğrafyalarla ilgili hususlarda, uluslararası siyasi arenada elinde tuttuğu avantajlar ve geliştirdiği liderlik pozisyonu bir çok şey anlatmaktadır.
Bu bağlamda Filistin işgali, Türkiye’nin bîgâne kalamayacağı, Ortadoğu ve Türkiye’nin güvenliğiyle alakalı bir meseledir. Ancak, bu sorumluluğu üstlenmek, İslâm vurgusunu hatırlatacağından, seküler-elit tabaka, bir avantaj durumunu elinin tersiyle itmektedir. Tükiye’nin, Ortadoğu’da sahip olduğu bu imkânı kullanmaması, sadece kendi hinterlandında pasifize olması manasına gelmez. Aynı şekilde kendisinin ve coğrafyasının lehine kullanacağı nüfuzu, bir diğer ifade ile “soft power”ını (ince güç) da berhava etmektir.
4. Cumhuriyet kuruldu kurulalı, İslâm’la sağlıklı ilişki geliştiremenin bir diğer ağır bedeli de devlet ve toplum arasındaki gerginlik olmuştur. Bu da, ülkeyi, siyasi ve ekonomik hayatta, eğitim alanında mütemâdiyen krizlere sokmuştur. Bu hâl, ülkeye, hâlâ inanılması güç bedeller ödetmektedir. Ülkede kalıcı ve hakiki bir istikrarın olması ancak İslâm’la geliştirilecek sağlıklık bir ilişkiyle mümkündür.
5. Cumhuriyet Türkiye’si, Osmanlı’da olduğu gibi, ne kendi halkına, ne yaşadığı bölgeye ne de dünyaya özgün bir medeniyet tecrübesi sunabilmiştir. Yapılanlar, Batı taklitciliğinin ötesine geçememiştir.
6. İslâm’ın geriletilmesinin açtığı en büyük yaralardan birisi de “Kürt sorunu” olmuştur. Farklı ırkları ümmet potasında birleştiren din geriletilince, ulus-devlet konsepti ve pratiği, ayrılıkçı kavmiyetçi hareketleri tetiklemiştir. Bu bağlamda PKK’yı zikredebilir ve onun 1984’te başlattığı düşük yoğunluklu savaşın Türkiye’ye mal olduğu maddi ve manevi faturayı, olayın vahâmetine işaret etmesi sadedinde, hatırlayabiliriz.
Bu kalkışmanın yol açtığı mânevi hasarın boyutu matematiksel rakamlarla izah edilemez. Maddi hasarın boyutuna gelince, o da asla küçümsenemeyeck çaptadır. Uzmanların zikrettiği rakamlar, Türkiye’yi bir kaç kez yeniden inşa etmeye yetecek çaptadır.
7. Kıbrıs realitesi: Manen içi boşaltılan Kıbrıs Türk halkının çoğunluğunun, ekonomik beklentiler ve Avrupa Birliğine girme aşkıyla Türkiye yerine Kıbrıs Rum kesimini tercih etmesi pek de mânidardır. Başta Rauf Denktaş olmak üzere birçok yetkilinin; “Malesef, halkın manevi yönünü ihmal ettik” itirafı, yakın tarihe düşülmüş acı bir nottur.
8. Yarınlarımız olan yeni nesillerimizin kahır ekseriyeti; maneviyatı zayıf, kimlik bunalımı yaşayan, ne kendi olabilen, ne de tam ötekileşebilen, kelimenin tam manasıyla “müzebzeb”, imaj çılgını ve bu hâliyle ülkenin geleceğini tehdit eden bir kuru kalabalıklar yığınına dönüşmüştür.
İslâm’ın geriletilmesiyle ortaya çıkan bu vâhim tablonun eksiği vardır, fazlası yoktur. Biz, önce kendi toplumumuza sonra da insanlığa özgün katkılarda bulunmak istiyorsak bunun yolunun ancak İslâm’la geliştireceğimiz sağlıklı diyalogtan geçtiğini kabul etmek durumundayız. Bunu anlayabilmek için de İslâm’ın sunduğu imkânları iyi tahlil edelim, yeter.