İslam'ın 'Müslümanlar'dan çektiği

Tam da uçurumun kenarındayız. Namlular birbirimizi gösteriyor, zekamız, maharetimiz birbirimizi yok etmeye yönelik. Bize hasret olması gereken dünya, varlığımızdan şikayetçi. Buna rağmen zerre kadar pişmanlık, şüphe duymuyor, merhamet durağına yanaşmamakta ısrar ediyoruz.

Biz cehaleti adaletten daha çok seven, modern dünya Müslümanları.

İnancını ameline aktaramayan zavallılar.

Geçmişte pek çok defa uçurumun kenarına gelmişti inananlar, her defasında o” muhkem halka”ya tutunarak uçurumu aşma başarısı göstermişlerdi.

Şimdi?

O “muhkem halka” aynı yerde ve aynı sağlamlıkta, lakin onu tutacak el, ona yönelmeyi akleden bir niyet yok. Kirli niyet, ayağı kaymış akıl, dünyevi güç algısının kollarında ahireti hesap dışı tutarak işe başlıyor. Kimsenin duası yerden yükselmiyor. Talepler kardeşinin acziyetinin üzerine bayrak dikmeye yönelik olunca, mevsimler şikayetçi, günler isteksiz gelip gidiyor.

Kimsenin bildiğinden sorunu yok, herkes bir iddia sahibi. Ancak, taşınan iddia hakkın meramına denk düşmüyor. İddia kendinin, grubunun kurtuluşta olduğuna dair. Peygamberin sahip olmadığı bilgiye ulaşma iddiaları, gaybı kurcalayıp kitabı es geçmeler, hep birlikte Allah’ın(cc) ipine tutunmayı devre dışı bırakıyor.

Kitaptan uzak kaldıkça hurafeye bağlılık artıyor.

Peygamberler tarihine bakıldığında, vahyin indiği çağın sorunlarını aşıp, yeni bir perspektifle hayatı yeniden kurduğu görülecektir. Hayatın banisi olan söylem, metinden pratiğe aktarılınca etkisi g örülür, hissedilir olmuştur.

Önce insanın kimyasını mayalayan vahyin çağrısı, insandan aileye oradan topluma aynı dirayetle yansıyarak eylem ve söylem bütünlüğünü doğal bir seyirle oluşturmuştur. Aklın inşasını, kalbin hassasiyetini ilahi öğretinin ışığında inşa etmek, aynı anda korku ve ümit sarkacında duyarlılığa üst düzeyden sahip olmak anlamına gelmekteydi ve ortaya çıkacak her hangi sorun bu hassasiyet çerçevesinde çözülebilme imkanına kavuşuyordu.

Sorun ortaya çıktığında müminler, öncelikle hatanın kendilerinde olup olmadığına bakma ihtiyacı hissediyorlardı.

İlahi söylem metinden hayata insan iradesiyle akar ve önyargısız, kompleksiz, reaksiyonsuz; ruhuna uygun özgünlükte meydana kurulduğunda, sorunların üstesinden gelmenin yanında yeni ufukların da imkanını oluşturur.

İslam’ın sistematiğinde ahiretin önceliği söz konusudur. Dünya ahiretin tarlasıdır ve hasat ahirette tartıya çıkacaktır. Bu bilinç sözü ve eylemi terbiye eden bir tutum olarak müminin ahlakını oluşturur.

Dünyanın edilgen olması, onu fazlasıyla, tarafgir kılıp bütün cazibesini ortaya koymaya iteceği de önceden bildirilmiş.

Dünya cazibesini insana en çok da İblisin fısıltısıyla, “ Sen aslında çok büyüksün” diyerek fısıldar. Başdönmesi de bu safhada başlar. Orta yolda, sade, mütevazı mümin olmak fısıltıya kapılana zul gelmeye başlar.

Sözler yerinde dursa da, hatta daha kavi hale gelse de hakimiyet sessizce, damarlara sinen kibrin eline geçmiş olur. Dünyayı ele geçirme tutkusu kulluğu basite indirgeyen, farklı yorumları devre dışı bırakan bir anlayışa evrilir.

Akıntıya kapılan, kendine yüklediği misyonla, ayrıcalıklı olduğuna inanır ve şeriatın sınırlarını başarısı adına engel görür ve dünyevi güç algısıyla hareket etmede bir beis görmez. Elde edeceği başarıyla, bütün hatalarının affedileceğinin fısıltısı ona kestirmeden ulaşır.

Bu hal kulun azma, dünyevi gücü kutsadığı durumdur. Müslümanın ölümü için ”dua “ yapabilecek merhaleye ulaşmak, ahiretin dünya için malzeme yapılmasıyla başlar.

Sonuçta, dünyanın pek çok beldesinde, düşmana ihtiyaç duymadan, Müslümanlar dolaylı yoldan İslam’a saldırmadan, onu azaltmadan geri durmuyorlar.

Ancak İslam, Müslümanlara rağmen de yaşayabilme özelliğine sahiptir.