Raşit halifeler döneminin sona ermesi ve Emevilerin hilafeti saltanata çevirmeleriyle birlikte İslam ile siyasetin arası açılmıştır. İslam eksenli siyaset yerine Kisra ve Kayzer idaresi yani bir nevi veya örtülü laiklik prensibi benimsenmiştir. Din ile siyaset arasındaki mesafe, ileriki dönemlerde bazen ideal dönemlerdeki gibi kapanır gibi olmakla birlikte genelde açık kalmıştır.
Osmanlı’nın yıkılmasıyla birlikte gelen yeni dönemde ise hayat ile İslam’ın bağı kesilmiş ve İslami referans genelde toptan iptal edilmiş ya da kaldırılmıştır. El Hayat yazarlarından Halit Dahil, Emevilerle birlikte siyaset ile din arasında açılan mesafenin, bir nevi laiklik sayılabileceğini ifade etmektedir. Mütegallibe ve keyfilik döneminde ideal denklemin dışına çıkılmış ve dini değerlerin yerini, keyfi ve dünyevi değerler almıştır. Emevilerle birlikte başlayan döneme nispi laiklik dönemi denebilir. Zira İslam’ın bazı rükünleri tatil edilmiş ve onların yerine dünyevi referanslar veya değerler ikame edilmiştir.
Osmanlı sonrasında başlayan yeni dönemde ise, dini referans tamamen rafa kaldırılarak, pozitivist felsefe ekseninde mutlak laiklik benimsenmiştir. Nispi laiklik veya mutlak laiklik, İslam toplumlarında kimlik çatışmasını da beraberinde getirmiştir. Bu referanslarda kopukluğa sebep olurken, hayatta da şizofreniye yol açmıştır. Bu cebri ve kasri laiklik dönemi sonrasına ulaşamadığımız halde kimileri dinin istismarı üzerinden giderek devletten sonra cemiyetlerin yani toplumun da sekülerleşmesini ve laikliği içselleştirmesini teklif ediyorlar. Hem de İslam adına!
*
Bunun savunuculuğunu da başörtüsü içinde açıklığı savunan ( emansipasyon kavramı etrafında) Taha Akyol yapmaktadır. Daha doğrusu bir makalesini buna ayırmış ve bu meseleye irdelemektedir. ‘Düşünmek’ başlıklı makalesinde İlhami Güler ve Sibel Eraslan’ın düşünce ve fikirleri veya teklifleri üzerinden bu meselenin analizini yapıyor. Sanki mevcut türleri yetmiyormuş gibi İlhami Güler, laikliğin yeni bir türünü keşfetmemiz ve edinmemiz gerektiğini dile getirmekte. Sibel Eraslan da neredeyse dini algılama ve yaşamadaki arızalar, aksilikler üzerinden laikliği isteme ve benimseme durumuna geldiklerini ifade ediyor. Yani laikliğe göz kırpıyor! Peki! Arızalı dindarlık modellerinden kaçarken laikliğin çare olduğuna dair somut örnekler verebilir mi? Yoksa yağmurdan kaçarken doluya tutulmayalım! İslam ülkelerinden hangisinde uygulanan modelin çare olduğunu görmüş? Hadi Malezya diyelim!
Aslı Aydıntaşbaş gibi bazılarına göre orada uygulanan taş gibi dindarlık veya şeriat! Tam da bu arada CNN’in Arapça kısmında gördüğüm ve tüyler ürpertici bir değerlendirmeye dikkat çekmek isterim. Brunei Sultanlığı İslam hukukuna geçerek karanlığa kapılmış veya kendisini karanlığa kaptırmış!
İslamı bir kenara bırakan İslam ülkelerinde durum çok mu iyi? Mısır ve Türkiye gibi ülkelerde ahlak tamamen dibe vurmuş durumda. Toplumların ve devletlerin çöküşüne bir mızrak mesafe kaldı. Hepimiz bir süre sonra başarısız ülkeler olmaya aday hatta mahkumuz. Dünyadaki diğer örnekler de bizden çok daha iyi değil. Peki! İnsanlığı bu sonuca din mi yoksa gizli ve açık uygulamalarıyla laiklik mi getirdi?
Din istismarını sadece ‘koyu ‘dindarlar mı yapıyor? Yaşar Nuri gibilerini nereye koyacağız? Kimileri artırarak kimileri de azaltarak, taksit taksit din satıyor! Din satmanın iki yönü var. Artırma ve eksiltme. Koyuları bu işi artırma üzerinden yapıyor, alacaları ise azaltma üzerinden... Din üzerinden kendini pazarlıyor. Netice itibarıyla, eksiltme üzerinden ticaret yapanlar da yine din satarak geçimini sağlıyor ve reytingini temin ediyor. Laiklik tellallığı da aslında yine eksisinden veya eksiltme üzerinden bir din pazarlamasıdır.
Zımni olarak Fethullah Gülen ile Başbakan Erdoğan arasındaki meselenin hallinin bir nevi laiklikten geçtiğini varsayıyorlar! Ne demezsiniz! Bu bakış açısına göre o takdirde, sorunlar şahıslarda değil İslam’da düğümleniyor. Ya da sorun İslam’da, çözüm ise laiklikte. Halbuki, İslamcılar daha on ya da bilemediniz yirmi yıl evvelinde ‘çözüm İslam’da sloganı atıyorlardı. En tercihli sloganlarından birisi buydu.
Şimdiki yeni İslamcılar ya da adlarına ne diyeceksek çözümü laiklikte görüyorlar. Demek ki çözüm Emevicilikte veya Kemalizmde. Bundan dolayı şahıslar veya gruplar arasındaki dini kavgayı, laiklik üzerinden halledeceklerini düşünüyorlar. Bu yetmez! İnançları da budamanız gerekir. Sözgelimi Mehdi, Mesih gibi meseleler de ihtilaflara medar oluyor, yol açıyor! Mucizeler meselesi de yanlış anlaşılmaya açık! Öyleyse azar azar veya taksit taksit bunları azaltalım. Nitekim Emeviler öyle yapmışlar bazı dini alanları tatil etmişler. Ardından Kemalizm sonrası toptan tatilat ve tadilata gidilmiş?
Yetmedi mi? Mesih veya Mehdi’yi kaldırsanız, ortalığı sulh ve sükun mu kaplayacak? Tam tersine bu defa laik Mehdiler zuhur edecektir. Fransa'da kendini Mehdi zannedenler Napolyon olduklarını sayıklıyorlar! Orada kurtarıcılık hastalığının adı Napolyonculuktur. Yoksa Bizansların yaptıkları gibi, bu defa tartışma alanı meleklerin cinsiyetine taalluk edebilir! Ya da Yahudilerin yaptığı gibi buzağının rengine de gelebilir! Biz de 12 Eylül ikliminde veya öncesinde Türkiye’de cuma namazı kılınıp kılınmayacağını tartışıyorduk. Demem şu ki, imtihan araçlarını kaldırarak imtihanı ortadan kaldıramazsınız. Bunu teklif eden ya hevasına tabidir ya da tarihten hiçbir ders almamıştır. İmtihan araçlarını kaldırsak bile, şerbetli olan insanoğlu yerlerine hemen yenilerini ikame edecektir. İmtihanı hafifletmenin yolu araçlarını kaldırmak değil haddimizi bilmektir. Çözüm dengeli olmak ve meseleye doğru yerden bakabilmektir. Kamil insan yetiştirmektir. İmtihan araçlarını imtihan aracı yapan yine insanların dinmeyen ihtirasları ve polemik düşkünlükleridir. Zaten Kur’an insanın cedele yatkın olarak yaratıldığını ifade etmektedir. Bütün araçları kaldırsanız da cedel kaldığı yerden devam edecektir. Araçlar değişir imtihan değişmez. Araçları kaldırsanız da imtihan sırrını kaldıramazsınız. Bu beşerin takatinde değildir. Bunun yolunu laiklikte görenlere ‘hayrını görün’ demekten başka sözümüz olamaz.