Hollanda bir zamanlar küreselleşmenin liberal gücüydü. Şimdi yolunu mu kaybetti?
Bir ara sokakta, hippi kıyafetleri satan bir mağazanın karşısında gizlenmiş Surinam lokantası ve nargile ile kenevirli çay satan marijuana dükkanı… Gelip geçmekte olan turistlerin, öğrencilerin ve yerel halkın genelde görmezden geldiği, küresel ekonomimizin ve modern yaşamımızın abidesi… Modern piyasa ekonomisinin tam olarak 415 yıl önce, bu noktada, Verenigde Oostindische Compagnie (VOC/the United East India Company) olarak bilinen şirket ticarete başladığında doğduğunu söylemek abartı olmayacaktır.
İngilizce’de bilinen adıyla Dutch East India Company’nin boş avlusuna yürüdüğünüzde modern dünyamızın başlangıcına adım atmış olursunuz. VOC, bilindiği edildiği kadarıyla, dünyanın ilk çok uluslu şirketiydi ve bugün kanıksamış olduğumuz küresel ticaret ağlarına öncülük yapıyordu. Eğer kılımızı kıpırdatmadan yerel manavlarımızda Yeni Zelanda’dan gelen elmaları ya da bir adım ötede Hindistan’dan gelen baharatları bulabiliyorsak bu, bir ölçüde, VOC’un ticaret maharetinden ötürüdür.
VOC, modern yaşam tarzımızın temel özelliğini ortaya çıkardı: Tüketicilik. Bu süreçte yurtdışından ithal edilen mallara bağımlı olan insan kitleleri ve bölgeler yarattı. Bir bakıma, modern küreselleşmenin fitilini ateşledi. VOC, ayrıca, Amsterdam dünyanın en zengin şehri hâline gelmişken ve Rene Descartes’tan John Locke’a kadar Avrupalı birçok entelektüel buraya hücum etmişken Hollanda’nın 17. yüzyıldaki altın çağının dayanak noktası oldu.
Amsterdam, 17. yüzyıl Hollanda aydınlanmasını doğurdu ki bu, Russell Shorto’nun kitabı “Amsterdam: A History of the World’s Most Liberal City”nda ikna edici bir şekilde ortaya koyduğu gibi, Avrupa’ya 18. yüzyılda yayılan aydınlanma dalgasının başlangıcıydı. Bunun karşılığında, aydınlanma eski düzene karşı devrimleri doğurdu ve nihayetinde idari anlamda kendine özgü bir deneyim yarattı: Amerika Birleşik Devletleri. Bu bakımdan, Batı dünyası demokrasileri, 17. yüzyıl Hollandasına borçludur.
Amsterdam’ın bu harika durumu ortaya çıkaran gizli bir sosu vardı: Devlet destekli dini hoşgörü (bunun pek nadir olduğu bir dönemde), yaratıcı ve risk alan girişimciler, yeni baş gösteren bireycilik, ticarete yatırım yapan hükümet ve insanoğlunun gördüğü en sofistike sermaye piyasası.
Tüm bunlar, 415 yıl aradan sonra sadece akademik açıdan öneme haiz değil, çünkü -Fransız muhafazakâr cumhurbaşkanı adayı Marine Le Pen’e inanırsak- tarihin dönüm noktasındayız ve “bir dünyanın sonuna ve bir diğerinin doğuşuna şahitlik ediyoruz.” Le Pen ve “bir dünyanın bitişini uman” diğerleri açısından tüm gözler, ortalığı karıştıran, İslam karşıtı popülist Geert Wilders’in üzerinde. Wilders bu hafta gerçekleşecek parlamento seçimlerinde güçlü bir şov yapmak istiyor.
Wilders’ın gazete manşetlerini domine etmek açısından Trumpvari bir yöntemi var. Provokatif tweetler ve kendine özgü beyaz-sarı saçlarıyla öne çıkan Özgürlük Partisi’nin lideri, Hollanda’da politik elitleri, küreselleşmeyi, göçmenleri ve kendisinin alaycı bir şekilde ülkenin “İslamcılaşması” diye adlandırdığı şeyi hedef alan öfke dalgasında sörf yapıyor. Ayrıca, “Faslı pislikler” tabirini kullandı ve New York Times’ın haberine göre ABD organizasyonlarından finansman aldı.
Avrupa’daki üzüntülü basın kuruluşları ise liberalliğiyle meşhur Hollanda’nın yolunu kaybedip kaybetmediğini merak ediyor. BBC’nin yazdığı gibi, “Liberal Hollanda’ya ne oldu?”
Pew Research’e göre, Wilders, ülkenin en azından üçte birinin paylaştığı İslam şüpheciliğine ve göçmen karşıtı duygulara kanal açıyor. Gösterişli ve nefret dolu söyleminde iç bölgelere –Hague ya da kozmopolit Amsterdam- seslenerek liberalliğiyle meşhur Hollanda’ya yönelik aşırı bir tepki ortaya koyuyor. Bu, içinde bulunduğumuz dönemde tanıdık olduğumuz bir hikâye; İngiltere’de Brexit’i besleyen ya da ABD’de Donald Trump’ın seçilmesini sağlayan hikâye gibi…
Hollanda neredeyse yirmi yıldırMüslümanları ve diğer göçmenleri entegre etmek için, çokkültürlülük kisvesinde, hemen hemen hiçbir çaba göstermedi. Aynı şekilde, ortaya çıkan “siyah okulları” ve “beyaz okulları” fenomeni de çokkültürlülük meselesinin yanlış gittiğini gösteriyor. Bugün, Hollandalı siyasi liderler göçmen ailelerin, özellikle de vatandaşlık talep edenlerin entegrasyonunu daha katı bir şekilde zorluyor.
Kışkırtıcı popülistlerin birçoğu gibi, Wilders de karmaşık meselelere basit (ve korkutucu) cevaplar sunuyor. Örnek vermek gerekirse, İslam dininin Nazi Partisi’nden daha kötü olduğunu söylemesi sadece şoke edici değil, aynı zamanda Nazilerce öldürülmüş olan ve Hollandalı Yahudilerin %78’ini teşkil eden Yahudilere büyük bir hakaret. Tüm camilerin yasaklanacağını vaad etmesi, dindar Müslümanları kesinkes öfkelendireceği gibi ne aşırıcı ne de bilhassa dindar olmayan, camiye gitmeyen, Hollanda toplumuyla iyi bir şekilde geçinip giden yüz binlerce Hollandalı Müslümanı yabancılaştıracak. Kimlik, bir kez daha politik bir silaha dönüşecek.
Popülizmin yükselişinin, küreselleşme ve Müslümanlara yönelik şüpheciliğinin ve mevcut durumun reddedilişinin öne çıktığı böyle bir politik mevsimde, Hollanda’daki seçimler tüm dünyaya sıradakinin ne olduğuna dair sinyal verecek.
Kaynak: Afshin Molavi / Washington Post
Dünya Bülteni için çeviren: Deniz Baran