Hilafet ve uluslararası sistem

Suudi Arabistan’da 1928 yılında ve sonrasında yerel İhvan çizgisiyle Suud rejiminin kapışmasının ardında İhvan'ın modernizm ve uluslararası sisteme direnmesi yatmaktadır. İki yıllık mücadeleden sonra İbni Suud, İhvan liderlerini ve onlara destek veren kabile güçlerini tepelemiştir. Lakin bu ruh canlı kalmış zaman zaman yüzeye vurmuş ve Kabe baskınında yeniden ortaya çıkmıştır. 

Suudilerin Hicaz’a yani Mekke ve Medine’ye hükmetmelerine rağmen hilafet meselesini kurcalamamaları veya heveslenmemeleri de bunun kurcalanmasının uluslararası sistemin kırmızı çizgisi olduğunu bilmelerindendir.  

Sadece kırmızı çizgiye riayet etmekle kalmamışlar aynı zamanda uluslararası sisteme karşı gelenlere de düşmanlık beslemişler ve bunu fiiliyata da dökmüşlerdir. Suudi Arabistan’ın siyasal İslam dediği akıma karşı olmasının temelinde uluslararası sistemin kırmızı çizgisine riayet etmesi gelmektedir. Bir de hilafet meselesinin, kendi meşruiyetini gölgelemesidir.  

1926 yılında Mekke’de Umumi Müslümanlar Kongresi yapılmıştır. Bir yıl sonra da Kahire’de Hilafet Kongresi tertip edilmiştir. 1927 yılında İkinci Hilafet Kongresi Kudüs’te tertip edilmiş lakin uluslararası ortamın müsaade etmemesinden dolayı, buralarda havanda su dövülmüştür.  

İslam dünyası düzeyinde ise prangaları kıran bir irade ortaya çıkamamıştır. Türkiye hilafeti bırakmış ama kimseye vermemiş diğer ülkeler de uluslararası sistemi karşısına alarak tehlikelere göğüs germek istememiş, bu yüzden de  talip olmamıştır.

Suud alimlerinden Ahmet Sebii,  bütün İslami hareketlerin kızıl elmasının, ortak rüyasının hilafeti geri getirmek ve ihya etmek olduğuna dikkat çekiyor. Müslüman Kardeşler hareketi de 1928 tarihinde İsmailiyye kentinde bu gayeye mebni olarak kurulmuştur.  

1994 yılın Suudi Arabistan Vakıflar Bakanlığı bünyesinde İslami hareketlerle ilgili bir toplantı düzenlenir. Burada yazmalar ve eski eserleri tetkik uzmanı olan Vail Hesavi, İslami hareketlerle alakalı bir analiz yapar. Analizinde irili ufaklı İslami hareketlerin tamamının hilafet rüyasını ve umudunu canlandırmak için kurulduklarına dikkat çeker.

*

Hilafeti ihya düşüncesiyle bu hareketlerin gençliği cezp ettiklerini ve kendilerine bağladıklarını ifade etmiştir. Gerçekten de Hizbullah direniş söylemi üzerinden, IŞİD ise hilafet söylemi üzerinden gençlerin sempatisini kazanabilmiştir.  

Suud alimi Ahmet Sebii, IŞİD meselesini izah ederken iki nedenden dolayı bu yapının kalıcı olamayacağını ve tutmayacağını öngörmektedir. Birincisi, demokratik değerler üzerine kurulmaması. İkincisi de uluslararası sisteme istinat etmemesi.

Birinci Dünya Savaşından beri hilafet uluslararası sistemin tabusu hükmündedir. Bugünkü ifadesiyle kırmızı çizgisidir. Kim olursa olsun bunu gündeme alan, uluslararası sistemin düşmanlığını üzerine çekecektir. Bazen uluslararası sistem karalamak maksadıyla bu tür harekelere ön vermekte, alan da açmaktadır.  

Elbette IŞİD’in kalıcı olmasını engelleyen zati sebepler de bulunuyor. Selman Avde IŞİD’in umduğu başarıyı sağlayamayacağını bunun nedeninin de vizyon ve proje eksikliği olduğuna parmak basmaktadır. Resmi Suud alimleri, IŞİD’i Harici kategorisini yerleştirirken birçok neden arasında kurulu rejimlerin meşruiyetini tanımamasını da göstermekteler. Suudlu resmi ulemaya göre,  Haricilik sözlü itirazla başlar sonrasında eyleme geçer. Dolayısıyla isyana veya huruca götüren öncülleri, mukaddimatı da reddediyorlar.  Dolayısıyla gösterilere ve sözlü eleştirilere bu zeminde karşı çıkıyorlar. Anladıkları Ehl-i Sünnet anlayışında ise kurulu sistemlerin şeksiz meşruiyetini kabul yatmaktadır.   

Burada elbette anlam buharlaşması var. Tekfir etmekle meşruiyetini tanımamak başka şeydir. Huruç etmekle eleştirmek yine farklı şeydir. Kaldı ki Emevilerle birlikte başlayan süreçte siyasi meşruiyetten ve şuradan sapma olduğu genel kabul gören bir anlayıştır. Emevilerle birlikte başlayan süreçte suri bir hilafet ve kusurlu bir meşruiyetten bahsedilir.

Bununla birlikte huruç meselesi farklı bir kategoride değerlendirilir. Açık küfür mertebesine gelmeden (küfren bevvahen) huruca müsade edilmemiştir. Lakin günümüzde huruca müsaade etmeyenler, tekfire de karşı çıkıyorlar. Zira ikisi birbirinin  ayrılmaz parçasıdır. Bununla birlikte Vehhabiler, Osmanlı ve Mehmet Ali Paşa ordusunu tekfir ettikleri zamanları unutmuş görünüyorlar.

*

Ahmet Sebii yerel meşruiyetin uluslararası meşruiyete bağlı olduğunu biliyor.  Aksi, Batı manzumesinin dışına çıkmaktır. Ulema adına bununla zımni olarak uluslar arası meşruiyeti tanıyor ve onun ötesinde onun kırmızı çizgilerine de riayet ediyor, saygılı oluyor (http://www.sahab.net/forums?showtopic=147536 ).

Bu da hilafetin sadece IŞİD bağlamında değil genel bağlamda tabu sayılmasını beraberinde getiriyor. Bunu  IŞİD’in dışında Müslüman Kardeşler veya başka derin, geniş, makul ve modern hareketler de gündeme getirse alacağı tepki değişmemektedir.

Sözgelimi,  Yahudi asıllı yazar Thomas Friedman ‘ Freud and the Middle East’ başlıklı yazısında bazı Türk analizcilere dayandırdığı satırlarında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın IŞİD yerine Sünni hilafeti ihya ederek, başına geçmek istediğini yazıyor (http://www.nytimes.com/ 2014/11/12/opinion/freud-and-the-middle-east.html?_r=0 ).   

Dolayısıyla Batılılar veya Yahudiler ismine değil mahiyetine karşılar.  Yaptıkları, IŞİD üzerinden hilafeti karalamaktır. Obama da Musul’un düşmesi sonrasında kendini ilgilendirmediği halde hilafet meselesini gündeme getirmiştir.  Adeta Dick Cheney’in şahsiyetine bürünmüştür.

Hilafet tabusu içine ittihad-ı İslam da girmektedir. Bu yüzden Arap dünyasında İngilizlerden meşruiyet devşiren arkaik rejimlerle birlikte uluslararası sistem, Arap Baharının katili olmuştur. Zira Arap Baharı cılız da olsa bir biçimde bu anlamları, yani hilafet ve ittihad-ı İslamı vaat ediyordu. Bu nedenle de hedef alınmıştır. Suud uleması saltanat karşısında sadece siyasi alandan feragat etmiyor aynı zamanda hukuki düzenlemeleri de rejimin keyfine bırakıyor. ‘İşin ehliyle çekişmeyin’ buyruğunu genişleterek adeta raiyenin, yönetilenlerin yöneticilerin robotu haline gelmesine hizmet ediyor ve vesile oluyorlar.  

Bu anlamda Türkiye’deki Kemalist kadrolar, Osmanlı döneminde raiyenin, sultanın kulları olduğunu yazar çizerler. Sonuçta Suud alimleri hilafeti savunmayı, ihya etme çağrılarını bidat olarak değerlendiriyor. Ali Abdurrazık’ın İslam ve Yönetim Biçimi kitabında işlediği de budur. Ona göre hilafet rejiminden başka, başta kraliyet rejimleri olmak üzere bütün rejimler meşrudur. Sadece tek hilafet rejimi gayri meşrudur.   

Ahmet Sebii, yöneticilerin işlerinin kendilerine bırakıldığını söylemektedir. Bu ise keyfi yönetimlerine ses çıkarmamak ve fitne gerekçesiyle denetim mekanizmasını tatil etmektir. Selefiler,  muattıla (Mutezile) dolayısıyla tatil kavramını çok kullanır ve muhaliflerine isnat etmekten hoşlanırlar. Onlar da Mürcie gibi siyasi alanı ve ahkam alanını tatil ediyorlar. Dolayısıyla en azından siyasette ve hukukta muattıla haline geliyorlar.  

Ulemanın hukuk alanının düzenlemesini de yöneticilere bırakması Bediüzzaman’ın bir sözünü hatırlatıyor:  Şeriat yüzde 99 ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulül -emirlerimiz düşünsünler.  Bu  maksimalist değil minimalist bir yaklaşımdır.  

Demirel bunun ötesine geçerek ahkam ayetlerinin tamamen tatil edilmesini ve yok sayılmasını istemiştir. Bediüzzaman'ın söylediği Osmanlı veya ittihatçılar döneminde idi. Huruç ile nasihat arasındaki mesafe epey uzundur. Ve nasihatin bittiği geri dönülemez sınırlar da vardır.  Bu rejimler, kendilerini denetime kapatarak sonlarını hızlandırıyorlar.  Meşruiyetlerini Allah’ın kitabından veya onun mütemmimi olan halkın iradesinden değil uluslararası sistemden alıyorlar. Bundan dolayı da en fazla siyasal İslam dedikleri hususa husumet besliyorlar.