Kelime anlamı ince ve derin anlayış demektir. Bu kökten türeyen kelimeler Kur'ân-ı kerim ve hadislerde dinin derinlemesine anlaşılması ve kavranması manasında kullanılmıştır (Tevbe Suresi 9/122; Tirmizi, "İlim", 1). Terim olarak fıkıh "insanların eylemleriyle ilgili dinî hükümleri bilmek" şeklinde tanımlanmaktadır. Fıkıh aynı zamanda Kur'ân, sünnet, icmâ ve kıyas gibi ayrıntılı kaynaklardan çıkarılan bu tür hükümleri inceleyen ilim dalının da adıdır.
İslâm'ın ilk asrında fıkıh kelimesiyle genel anlamda Kur'ân ve sünnetten elde edilen tüm dinî ilimler, yani tefsir, hadis, akaid, ahlâk ve fikih kastedilirdi. Bu bağlamda Imam Ebu Hanife'nin (ö. 150/767) fikhi, "İnsanın hak ve ödevlerini bilmesidir" şeklinde tanımlaması, ilk dönemlerde fıkıh kelimesinin inanç, amel ve ahlâkla ilgili tüm hükümleri ifade ettiğini göstermektedir. Bununla birlikte Ebu Hanife akaid ilmiyle ilgili eserine "el-Fikhu'l-ekber" (en büyük fıkıh) adını vererek hicri 2. asırda başlayan söz konusu ilimlerin birbirinden ayrılması sürecinin öne çıkan adımlarından birini attığı gibi, kurduğu fıkıh meclisi ve yazdırdığı eserleriyle de fıkhın bağımsız bir ilim dalı hâline gelmesi ve gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Fıkhın konusu, insanların amelleriyle, yani dışa yansıyan davranış ve eylemleriyle ve ilgili din tarafından belirlenen hükümlerdir. Bu tür eylem ve davranışlar kişisel ve toplumsal hayatın çok geniş bir alanını kapsar. Bu sebeple fıkıh İslâmî ilimler içinde Müslümanların hayatını yönlendiren ve düzenleyen en önemli ilim dalı olmuştur. Müslüman toplumlarda ibadet, evlilik, ticaret, devlet yönetimi, cezalar, savaş ve barış, miras gibi manevi gelişim, aile hayatı, hukuk, iktisat siyaseti ilgilendiren tüm alanlarda fıkıh başat rol oynamıştır.
Modern dönemde batıdan yapılan tercümelerin etkisiyle fıkıh yerine İslâm hukuku tabiri kullanılmıştır; ancak fıkıh hukuktan daha geniş ve kapsamlıdır. Fıkıh din ve dünya işlerini fert ve toplum açısından hükme bağlarken insanın hem Allah'a hem diğer insanlara karşı sorumluluğunu ele alır. Modern anlamıyla hukuk ise yargı konusu olabilecek meseleleri sadece dünyevî açıdan ele alır. Bu sebeple, İslâm hukuku tabiri fıkhın ibadetler dışında kalan muamelât alanına, kısmen tekabül eder. Bununla birlikte günümüzde yaygın olarak fıkıh karşılığında İslâm hukuku tabirinin kullanılması kabul görmüş durumdadır.
Fıkhın nihaî gayesi insanların dünya ve ahiretteki maslahat ve saadetlerini sağlamak, yani onlar için yararlı sonuçların elde edilmesini ve zararlı olanların giderilmesini temin etmektir. Hayat (can), nesil (nesep, ırz), akıl, mal ve dinden oluşan beş temel esasın korunması şeklinde özetlenen bu maslahatlar "makâsidü'ş-şeria" (dinî hükümlerin gayeleri) ana başlığı altında literatürdeki yerini almıştır. Vahyin öncülüğünde ve kontrolünde akıl yürütme ve içtihada açık fıkıh hükümleri dünyevi yaptırımların yanı sıra uhrevi yaptırımlarla da desteklenmiş, vicdanlara ve gönüllere de hitap etmiştir.
Fıkıh ilminin temel kaynakları nelerdir?
Fıkhın asli kaynaklarında tevhid inancına çağrı, kula kul olunmaması ve kul ile Allah arasına girilmemesi, kolaylaştırma, itidal, tolerans, insan kişiliğine, temel hak ve hürriyetlere saygı, hak dağıtımında adalet, eşitlik ve dengenin birlikte gözetilmesi, devlet yönetiminde baskıcı olmayan, şûrâ prensibine dayalı bir anlayışın benimsenmesi gibi ilkelerin önemi vurgulanmış, bunların ışığında fıkıh literatüründe birçok alt prensip ve kural oluşmuştur.
Fıkıh ilminde ele alınan hükümler bir fiilin/eylemin farz, vacip, sünnet/mendup, mübah, tenzîhen mekruh, tahrîmen mekruh veya haram olduğuna dair yargılardır. Farz, kat'i/kesin kaynaklar olan ayet ve mütevâtir sünnete dayanan ve kesin olarak yerine getirilmesi istenen emirlerdir. Vacip, kesin bilgi sağlamayan rivayetler (haber-i vahid) ve kıyas gibi zanni/ihtimalli kaynağa dayanan emirler, sünnet/mendup ise yapılmasında sevap bulunan, ama terkinde günah bulunmayan fiillerdir. Mübah, yapılması veya yapılmamasında sevap veya günah bulunmayan hususlardır. Tenzîhen mekruh, günah olmamakla birlikte yapılmaması sevap olan fiiller, tahrîmen mekruh zannî/ihtimalli kaynaklara dayanan yasaklardır. Kesin kaynağa dayanan kesin yasaklar ise haram olarak nitelendirilir.
Fıkhın dört ana kaynağı Kur'ân, sünnet, icmâ (fıkıh alimlerinin bir konuda görüş birliği içine bulunması) ve kıyastır. Bu ana kaynakların yanında maslahat düşüncesini temel alan bir ictihad metodu olan istislâh, genel kuraldan istisna niteliğindeki istihsan ve muâmelât konularında önemli bir rol oynayan örf gibi tali deliller de fıkıh kaynakları arasında yer alır. Tüm bu kaynaklar kısaca vahiy ve akıl olarak özetlenebilir. Vahiy temel ve değiştirilemeyen hüküm ve amaçları bildirir; akıl ise içtihat etme yoluyla vahyi anlama ve yorumlama faaliyetine girişerek şer'î hükümlerin nasıl anlaşılıp uygulanacağını ortaya koyar. Ancak bu faaliyette akıl ilahî iradenin üstünlüğü ve yanılmazlığını kabul ederek vahyin çizdiği çerçeve içinde hareket eder. Böylelikle insanın ve toplumun değişmeyen yönleriyle ilgili hükümler vahyin koruması altına alınarak değişimin dışında tutulur; değişime açık hükümler ise akıl yoluyla yorumlanarak insanların maslahatını sağlamak amacıyla yeniden değerlendirmeye tabi tutulur. İşte bu yaklaşımın kabulü sayesinde fıkıh on dört asır boyunca canlılığını sürdürmüş ve Müslümanların hayatını yönlendirmeye devam etmiştir.
Çağımız mukayeseli hukuk incelemelerinde hukuk sistemlerinin tasnifi yapılırken genellikle müstakil bir hukuk sistemi olarak ele alınan Fıkh'ın değişen hayat şartlarına ayak uydurabilme özelliğine sahip gelişmeci, özgün bir hukuk sistemi olduğu ve evrensel hukukun kaynaklarından birini teşkil ettiği dünyadaki önde gelen hukukçular tarafından ittifakla kabul edildiği gibi bu husus sayısız akademik çalışma ve uluslararası toplantıda tasrih edilmiştir.
Fıkıh ne zaman başlı başına bir ilim dalı olmuştur?
Tarihi sürece baktığımızda Hz. Peygamber hayatta iken vahiy devam ettiğinden, karşılaşılan fıkhî meseleler doğrudan doğruya kendisine arz edilir, konu hakkında ya ayet iner veya (yine vahiy kaynaklı) Hz. Peygamber'in sünneti ya da vahiyle teyit edilen ictihadı ile mesele çözümlenirdi. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) vefatı ile ashabının meseleleri doğrudan doğruya ona arz etme imkânları kalmadı. Ancak Resulullah'ın mektebinde yetişmiş ve daha önce bizzat onun tarafından içtihada alıştırılmış oldukları için karşılaştıkları yeni meseleleri çözmekte zorluk çekmediler. Sahabe dönemini takip eden tabiîn döneminde sosyal ve siyasi şartlardaki değişiklikler ve bağımsız ilim dallarının ortaya çıkmaya başlaması, mesaisini genellikle fikhî konulara hasreden müçtehit âlimlerin çoğalması gibi ilk dönemde diğer ilimlerle karışık hâlde olan fıkıh ilmi nazari bir renk kazanmış, hicri 2. yüzyılda ise artık ayrı bir ilim dalı hâline gelmiştir. Sahabe döneminden itibaren üstad ve muhit farklılığı sebebiyle belirmeye başlayan Hicaz ve Irak ekollerinin fıkhı meselelerin çözümünde ağırlıklı olarak hadise veya re'ye (içtihada ve akıl yürütmeye) dayanma konusunda tavırları tabiin döneminde daha belirgin bir hâle gelmiş, Hicaz ekolünün mensupları ehl-i hadis (hadis taraftarı), Irak ekolünün mensupları ise ehl-i re'y (ictihad taraftarı) şeklinde anılır olmuşlardır.
Müçtehit imamlar asrı olarak anılan hicri 2. ve 3. asırlarda ise İmam Ebu Hanife (ö. 767), İmam Malik (ö. 795), İmam Şafii (ö. 820) ve İmam Ahmed b. Hanbel (ö. 855) gibi büyük müçtehitlerin çabalarıyla geniş bir fıkıh/hukuk düşüncesi ve birikimi ortaya çıkmıştır. Bu âlimlerin öğrencileri rüşlerini benimseyen ilim adamları onların ortaya koyduğu fıkıh birikimini işleyerek ve geliştirerek mezhepleri (ekolleri) oluşturmuş ve bu dört büyük fakihe nispet edilen Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhepleri İslâm dünyasında genel kabul görmüştür. Bu mezheplerin teşekkülünden sonra fıkıh düşüncesi ve uygulaması mezhepler çerçevesinde gelişmiş ve belli devletler ve bölgelerde belli mezhepler tercih edilerek uygulanmıştır. Hicri 2. ve 3. asırlarda yaşayan Hasan-1 Basri (ö. 728), Evzâî (ö. 774), Süfyan es-Sevri (ö. 778), Davud ez-Zâhirî, (ö. 883) ve Taberî (ö. 922) gibi fikhin uygulanışı ve gelişimine bugün dahi görüşleriyle katkıda bulunan birçok müçtehidin mezhebi ise müntesipleri kalmadığından zamanla yok olmuştur. Yine bu asırda günümüze kadar varlıkları devam eden ehl-i sünnet dışındaki Caferî, Zeydî ve İbâzî fıkıh ekolleri doğmuştur.
Fıkıh konuları ilk dönemde hadis ve rivayet kitapları içinde işlenirken ilimlerin ayrışıp fıkhın bağımsız bir ilim dalı hâline geldiği hicri 2. yüzyılda ilk müstakil fıkıh kitapları yazılmıştır. İmam Ebu Hanife'nin öğrencisi İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybani (ö. 805) Hanefi mezhebinin temel metinleri olan el-Asl, el-Camiü's-sagîr ve el-Camiü'l-kebîr gibi eserleri, Sahnûn (ö. 820) Maliki mezhebinin temel metni olan Müdevvene'yi, İmam Şafii (ö. 820) el-Ümm'ü telif etmiştir.
Fakihlerin içtihat ederken başvurdukları kaynakları ve bu kaynaklardan hüküm çıkarırken izledikleri yöntemleri inceleyen ilim dalına "fıkıh usulü" adı verilmektedir. Fıkıh usulü, konusu itibarıyla günümüzde hukuk felsefesi, hukuk metodolojisi gibi ilim dallarına benzemektedir. Hukukun bu felsefî ve metodolojik yönünü bağımsız bir ilim dalı olarak ilk ele alanlar İslâm âlimleri olmuştur. Bu alanda bilinen ilk telif edilen eser er-Risâle adıyla İmam Şafii'ye (ö. 820) aittir. Fıkıh usulü ilminin ortaya çıkışından sonra fıkıh ilmine usul (kökler) kelimesinin mukabili olan fürû (dallar) eklenerek fürû-i fıkıh adı verilmiştir. Kısaca bu ilimlere usul ve füru adları da verilir.
Fıkıh konusunda ilk temel eserler hangi dönemlerde ortaya çıkmıştır?
Fıkıh içinden zamanla başka ilim dalları ve disiplinler de doğmuştur. Bunlar kavaid-i fikhiyye, hilâf, hikmet-i teşri, feraiz gibi ilimlerdir. Kavaid-i fıkhiyye ilminde fıkhın genel kuralları ve genel teorisine dair bazı kurallar ele alınır. Hilâf ilminde mezhepler arasındaki görüş ve içtihat ayrılıkları delilleriyle birlikte tartışılır, mukayese edilir ve her mezhebin mensupları kendi görüşlerini temellendirmeye ve savunmaya çalışır. Hikmet-i teşri ilminde hükümlerin hikmet, gerekçe ve amaçları üzerinde durulur. Feraiz ilminde miras hukuku işlenir.
Fıkıh alanında ilk temel eserlerin ortaya çıktığı hicri 2. ve 3.asırlardan sonraki dönemlerde her bir mezhebin alimleri yeni meseleleri de içine alan pek çok farklı eser ortaya koymuştur. Zamanla ortaya çıkan ihtiyaca binaen eğitim amaçlı kısa ve öz metinler yazılmış, medreselerde okutulan bu metinler sürekli şerh edilerek güncellenmiştir. Kısa ve öz tarzda yazılan metinler o dönemde adeta kanun işlevini görmüştür. Güncel sorulara cevap ve sorunlara çözüm mahiyetinde telif edilen "fetva" tarzı eserler bağlamında Osmanlı şeyhülislâm ve fakihlerinin fetvaları dikkati çeker. Mahkeme kararlarını içeren şer'iye sicilleri fıkhın uygulanma keyfiyetini göstermesi açısından son derece önemlidir.
Fıkıh ilminin sistematiği meseleci/kazuistik metotla ortaya çıkmış ve fıkıh kitapları bu usul üzere yazılmıştır. Klasik dönem fıkıh kitapları Allah'ın hakkı olan ibadet bölümleriyle başlayıp muamelât bölümleriyle devam eder. Kelime-i şehadetten sonra İslâm'ın ilk farzı olan namaz ve namazın şartı olan temizlikle başlayan fıkıh kitaplarında bundan sonra zekât, oruç ve hac ibadetleri anlatılır, sonra kul haklarıyla ilgili bölümler sıralanır. Kimi eserlerde aile hukukuyla ilgili nikâh, boşanma, nafaka gibi bölümler önce ele alınırken kimisinde borçlar hukukunu ilgilendiren satım, kira, şirket gibi akitler önce incelenir. Daha sonra suç ve cezalar, cihat, savaş ve barış gibi kamu hukuku konularına girilir. Bununla birlikte fikih kitapları sistematik açısından yeknesak değildir; bölümlerin sıralanması kitaptan kitaba değişkenlik arz eder. Modern dönemde ise Kara Avrupası hukuk sisteminin genel teoriler oluşturma yönünde geliştirdiği sistematik esas alınarak mukayeseli çalışmalar yapılmış ve İslâm Hukuku adı verilerek fıkhın muamelât konuları bu sistematik altında ele alınmıştır.
Batı dünyasındaki kanunlaştırma faaliyetlerinin yansıması olarak İslâm dünyasında fıkha uygun şekilde ve sadece Hanefi mezhebi esas alınarak Osmanlılar tarafından yapılan ilk kanun, borçlar, eşya ve yargılama hukukunu içeren 1876 tarihli Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye olmuştur. Daha sonra 1917 tarihli Hukuk-1 Aile Kararnamesi ise genel anlamda fıkha bağlı kalmakla birlikte Aile hukukunu dört mezhebi dahi aşan bir genişlikte ele alıp kanunlaştırmıştır. Günümüz dünyasında fıkıh İslâm ülkelerinin hemen tamamında aile hukukunun en önemli kaynağıdır. Hukukun diğer alanlarında ise ülkeden ülkeye değişen uygulamalar bulunmaktadır. Günümüzde devletler tarafından her alanda uygulanmasa da fıkıh Müslümanların bireysel ve sosyal hayatında önemli bir yer işgal etmektedir. İbadetler, evlilik ve aile hayatı, helal ve harama dair konularda fıkıh etkisini güçlü biçimde sürdürmektedir. Bu bağlamda faiz yasağı sebebiyle fıkha uygun şekilde işleyen İslâm iktisadi müesseseleri, faizsiz finans kurumları kurulmuştur. Siyaset ve kamu hukuku alanlarında ise fıkhın etkisi ve uygulama kapsamı ülkeden ülkeye değişmektedir.
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi 2/Ertuğrul Boynukalın