Eve gelen adam

 


         Epeyce yaşlı artık. Bir hafta geliyorsa, sonraki hafta gelmeyebiliyor. Yeni birini bulmak gerekecek. Fakat emektar ve hassas kalpli. İşinde titiz olmaya da devam ediyor hem. Bir evin düzenine o kadar kolay alıştıramıyorsunuz herhangi bir insanı. Yirmi yıl olacak; İsmail Amca, Tahran'da yaşayan İstanbullu gelinlerden biri olan Melek'in evinin temizlikçi işçisi. Şaşırmayın. İran'da sayıları binlerle ifade edilen Türkiyeli gelinin bulunduğu söyleniyor. Ayrıca Tahran'da kadınlar kadar erkekler de evlere temizlikçi işçi olarak alınıyorlar. Rastgele gerçekleşmiyor bu alımlar elbet. Referanslar veriliyor, alınıyor. İsmail Amca yıllarını ev temizliğinde tüketmiş bir emekçi. Temizliği titizliği, güvenilirliği çoktan tescilli.

       Melek'in evi ise zaten eşinin bürosu ile yan yana, hatta iç içe.

       Lencan'ın köylerinden birinde, bir ağanın çiftliğinde işçi oğlu olarak geliyor dünyaya, İsmail Amca. Azeri kökenli. 8-10 yaşlarındayken bir tanıdığı vasıtasıyla Tahran'daki subay evlerine aşçıbaşı yamağı olarak gönderiliyor, karın tokluğuna. Akıllı çocukmuş. Okuma yazma öğreniyor aşçı yamaklığı sırasında. Birkaç yıl geçmeden ücretli işçi olarak çalışmaya başlıyor. İşçiliğindeki özen ve dikkatle bir güven yayıyor çevresine. Geride bıraktığı ailesini de ihmal etmiyor.  Kardeşini köyden getirip bir subay evine yerleştiriyor. Mutfakta çalışırken subay evlerine temizliğe de gidiyor; elinin işe yakıştığı fark ediliyor çünkü. Gide gide mutfaktan uzaklaşarak temizlik alanında uzmanlaşıyor. Aşçılık alanındaki marifetleri hali hazırda patates-soğan soymakla sınırlı. Bir subay eşi, Simin hanım, havaalanında çalışıyorken,  temizlik işçisi olarak istihdam edilmesine ön ayak olmak istiyor: "Hiç değilse sigortan olur."  Kabul etmiyor. Temizlik yaparken tanıdık birileri tarafından görülmek istemez. Tanıdıklar tarafından görülme korkusu nedeniyle de uzak mahallelerdeki evlere temizliğe gitmeyi tercih ediyor ya...  Çöp dökmeye çıkarken yüzünü gözünü atkısıyla kapatıyor her ihtimale karşı, ya da karanlığın çöktüğü saatlere bırakıyor bu işi. Esasında yaptığı işten utanmaktan hiç bir zaman kurtulamamış.

       Her teklifi kabul etmiyor; teklifler eksik olmuyor çünkü. Fakat artık yorgun hissediyor kendini, üst üste iki gün temizliğe gitmeyi göze alamadığı dönemler oluyor. Hem herkesin evine gitmez, hayır, her eve gitmez. Saçma sapan eşyalarla dolu, kendi temizlik anlayışına aykırı bir gidişatın hakim olduğu, temizlik yaptığı sırada kalabalığıyla hızını kesen evlerden uzak durur.

       Evli barklı, dört erkek çocuk sahibi. Büyük ve küçük oğulları Fars kökenli kızlarla evlenmiş, ortancalar aile çevresinden kızlarla evlenmeyi yeğlemişler. Kardeşinin kızı küçük oğluna aşıkmış, ama belli etmemiş. Oğlu ise yoksul bir ailenin yedi kızından biriyle evlenmiş. Bunun ardından kardeşinin kızı aklını kaçırmış.

       Çalıştığı evlerden birinin erkeği, sigortası olmadığını öğrenince onu kendi şirketinde sigortalı çalışan işçilerin arasına dahil etmiş. Temizlik işlerini üstlenen bir işçi gibi. Uzaklardan geliyor, yol yeteri kadar yorucu. Tahran'a neredeyse bitişik bir şehir olan Karaj civarındaki Zorabad  kasabasında, küçük bir evde yaşıyor.  Onu tanıdığınızda temizlik işçisi olduğunu düşünmezsiniz, bilmiyorsanız. Memur gibi giyinir, temiz pak; Şah zamanında kravat da takarmış. Temiz ve tertiplidir, çalıştığı eve de yayar düzenini. Ayakkabılarını çıkartır çıkartmaz çantasında bulunan terliklerini giyer. Banyoya geçerek çoraplarını ve ayaklarını yıkar; uzun yoldan gelmiştir sonuçta. Bir köşeye bir gazete açar, üzerine giysilerini yerleştirir. Pantolonunun içine giymiş olduğu pijamayla çalışır. Kahvaltısını hazırlar; bu arada çay içmeye çağırır ev sahiplerini. Her temizliğe gelişinde aşağı yukarı 20- 25 YTL'ye karşılık gelen bir ücret alır.

       Gençlik yıllarından bu yana haftada bir günlük tatili dışında her gün bir eve temizliğe gitmeye gayret etmiş; midesinden rahatsızlandığı dönem dışında. O dönemde elindeki birikimlerini tamamen tüketmiş. Oğulları destek olmuşlar da ele güne muhtaç olmamış.

       Evinde de boş durmuyor-muş; kimi günlerde ise sırf eşi ihtiyaç duyduğu için işe gitmekten vazgeçiyormuş. Bir telefon yeter; temizliğe gittiği evlerin hanımları onu anlarlar. "Bugün hanım için çalışacağım." Çok güzel bir kadınmış karısı; bazen içinden gelir, ona övgüler düzer. "O benim bu dünyadaki en büyük servetim." Dört oğlunun en büyüğü dışında, hepsi yüksek tahsilli. Ortancalardan biri savaşa gönüllü olarak katılmış. Şimalden bir hastaneden gelmiş, yaralı olduğu haberi. Gazi olduğu için havaalanında iş bulabilmiş. Sonuçta savaş malulü; içine kapanıyormuş zaman zaman. Bu dönemlerinde işini hakkıyla yapamadığı için kızdırıyormuş mesai arkadaşlarını. Hükümetin verdiği bir kararla, sözleşmeler yenilenirken işten çıkartılmış. Muhtemelen onun gazi olduğu tarihlere kadar uzamayan bir kapsamı olmalıymış, havaalanında gaziler için ayrılan kontenjanın. Yine de eski amiri onu işe döndürmek için az çabalamamış. "Gel çalış, çay getirir götürürsün." Gururuna dokunmuş yaşadıkları, genç adamın. Kabul etmemiş.

       Bir şekilde bu geniş aileyi idare edebiliyor İsmail Amca. 80 yaşındaki annesini Kerbela'ya ziyarete göndermeyi çok istiyor, fakat şu sıra Irak karışık. Amerikan askerleri Kerbela'daki kutsal mekanları bile bombalıyorlar. Annesi her şeye rağmen niyetli bu yolculuğa: "Ölürsem de o topraklarda öleyim, ne olur oğlum, al şu biletimi!". İsmail Amca yaşlı annesini vazgeçirmek için televizyondaki Irak haberlerini izlemeye çağırıyor onu. "Bir bomba, sayısız ölü; bir başına yollayabilir miyim seni oralara… Biraz daha sabret, birlikte gideriz."  Hem babası felçli. Onu bırakıp gitmesi uygun olur mu bakalım?..

       Simin hanım velinimeti sayılır, yanında yirmi beş yıl çalışmış. Simin hanımı sever sayar, fakat kızının evinde çalışmayı kabul etmediği için gün gelmiş, o hanımefendi de yüz çevirmiş kendisinden. Niye istememiş Simin hanımın kızının evinde çalışmayı? Çünkü çok pasaklı bir kız; şartı-şurtu yok. Sayısız biblosu var, bunların tozunu almaya kalktığında yarım gün geçer.  Onun evinde herhangi bir evde olduğundan iki kat fazla mesai harcaması gerekecektir. Bir süre işsiz kaldıktan sonra, bir zamanlar savaş malulü oğlunun tedavisiyle ilgilenen bir doktorun evinde çalışmaya başlamış. Bir gün temizliği hemen hemen bitirdiği bir sırada hırsızlar basmış doktorun evini. İki insan azmanı, ellerini ayaklarını bağlamışlar. Paralar nerede? Piyanonun içinde, demiş doktorun karısı. İkisini de iyice dövmüş, paraları alıp gitmişler.

       O evden ayrılmasının somut bir nedeni yok görünürde, işin aslında doktorun karısının arada bir eve giren hırsızlarla bir alakası olabilirmiş gibi imalı konuşmalar yapmasına daha fazla katlanamamış.  İşsiz, hasta bir oğlu  var, yine de kaldıramamış. Bir gitmiş, iki gitmiş, vazgeçmiş. Düğün bayram servislerinde çalışmaya işte bu dönemde razı olmuş. İlk bakışta göze çarpan zarif tavırları nedeniyle tutunabilirmiş bu işte. İyi para kazanılır o yolla; fakat ağırdır iş ve gece çok geç saatte dönersin eve. Gece ikiye kadar bulaşık yıkarsam, ne zamana kadar kaldırabilirim ki bu işi, diye düşünmüş.

       Böylelikle ev işlerine geri dönmüş. Geçen yıllar içinde iş ortamları açısından kendine göre edindiği ilkeleri var. Misafir bulunmuyorsa evde, ancak oturur sofraya öğle yemeğinde ve evin hanımının yanında oturacaksa, aradaki bir sandalyeyi boş bırakır.  Mutfak sandalyelerinde rahatlıkla oturur, çayını kahvesini içer, ama salon koltuklarına oturmaz; yerde oturur gerekirse, çayını yerde içer. Salona birileri gelmişse, yabancı birileri; çocuk odasına geçer. Bardağını her kullanışında sabunlu süngerle yıkar. Saat beş oldu mu kullandığı bütün bezleri yıkayıp asar, kurutur, katlar, yerine kaldırır; bezler kurumadan çıkacak olursa da tembih eder, "otobüse yetişmem gerek, bezleri  kaldıramadım", diye.

       İş sırası konusunda kurallıdır. Balkon pencerelerini güneşin vurduğu saatlerde silmemeye çalışır. Bütün işlerin sonunda banyo ve tuvalet temizliğine girişir. Balkonu yıkadığında, paspasların altına gazete tomarları yerleştirir ki süzülerek aşağı komşunun camlarına akmasın.

       Torunlarına götürebileceği bir şeyler verildiğinde geri çevirmez, memnuniyetini belli eder. Bazen de şöyle bir söz kaçıverir ağzından: Hanımın başörtüsü kalmadı başında, hiç kalmadı değil, şöyle gezmeye gidince örtebileceği gibi doğru düzgün bir tane kalmadı.

.