Geçen hafta başında, İstanbul’da Türk vatandaşı, Ermeni asıllı ve Ortodoks Hıristiyan inancına sahip, Hrant Dink’in bu sene başında öldürülmesi ile davanın görülmesi başlandı. Duruşma öncesi gazetelere yansıyan konular, öyle meselenin derinine ele alınmasına müsaade etmeyecek şekilde. Olaylar kişiselleştirilecek, olaya karışan kişiler ise marjinalleştirilecek, damgalanacak ve bir şekilde bir ceza alacaklar. Olaya karışan kişiler belki kahraman ilan edilecekler. İç hesaplaşmalar belki su yüzüne çıkacak. Nitekim olayın azmettiricisi olarak tutuklanan, Y. Hayal isimli şahsın, bizi kullandılar, şimdide korumuyorlar minvalindeki, basına yansıyan sözleri olayın bu boyutunu ortaya koyuyor.
Dava bitene kadar, çok şey konuşulacak, çok şey yazılıp çizilecek. Ama olayın asıl üzerinde durulması gereken, artık sosyal bir hastalık haline gelen, bizden farklı olana tahammülsüzlüğümüz (buradaki biz kavramını istediğiniz kadar genişletebilirsiniz), üzerine yazılıp çizilecek olanlar satır aralarında kaybolup gidecek, belki hiç bir daha gündeme gelmeyecek.
Son dönem içerisinde öldürülen, Rahip Sartoro ve Malatya’da öldürülen üç Hıristiyan’ı da bu kategoride değerlendirebiliriz. Silahı çeken ya da çektiren kişiler o kadar önemli değil artık. Hangi grup, hangi amaçla bu işi yapmış, konuşulması gereken husus olabilir. Ancak, her seferinde toplum olarak olaya bakış açımız gözden kaçırılmıştır. Hrant Dink cinayetinden sonra, toplumun pek az kesiminin gösterdiği cılız bir şekilde seslerinin duyurma ve tepkisini koyma isteği ise, “hepimiz Hrant Dink’iz” şeklindeki sloganik yaklaşımdan öteye geçememiştir. Malatya’da katledilen üç Hıristiyan’dan sonra ortaya çıkan iki-üç yüz kişinin seslerini kimse duymadı bile.
Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci içerisinde Tandoğan, Çağlayan ve İzmir’deki mitinglerde, laik olduğu söylenen ya da kendisini laik olarak tanımlayan toplum kesimlerinden, toplanan on binlerce insanın, attığı sloganlarla, bir tarafın diğer tarafa tahammülsüzlüğünü iyice ortaya koydu. Bu organizeli büyük mitinglerin ardından ortaya çıkan durum, kim daha iyi Türk, ya da kim daha çok bu ülkede yaşamaya layık gibi sorularla, siyaset sahnemizde artık kapanması zor derin çatlaklara yol açmıştır.
***
1960’lı yıllardan itibaren Almanya’ya işçi olarak gelen Türkler, o zamanlar “Heim” denilen işçilerin toplu olarak yurtlarda kalırlarmış. İlk gelenler hemen hemen nerdeyse çalıştığı fabrika yakınlarındaki bu yurtlara yerleştirilmişler. Bir insanın normal ihtiyacı olan her şey düşünülmüş. Ancak, namaz kılmak ve ibadet için, mescid olarak kullanılabilecekleri mekânları yokmuş. Kısa süre içerisinde ihtiyaç hâsıl olunca, işçilerin kaldıkları bu yurtlarda küçük birer mescid olarak kullanılmaya müsait mekânlar oluşmaya başlamış. İşçiler, Türkiye’den eşlerini, ailelerini getirip bu yurtlardan normal, ev yaşantısına geçtikçe, bu sefer, yaşadıkları yerlerde, bilhassa Cum Namazları için toplu namaz kılacak, büyük mekânlara ihtiyaç duyulmuş. Önce küçük bir oda ile başlayan bu mescidlerden, bu gün sadece Almanya’da sayıları iki bine yaklaşan, çoğu çok amaçlı külliye şeklinde camilere mescidlere ulaşılmış.
Bu cami ve mescidlerin büyük çoğunluğu halen, büyük binaların kullanılmayan arka bahçelerinde, eski bir binanın alt katında, eski bir okul ya da devlet binasında ya da eski bir fabrikanın işçi yemekhanesinde faaliyetlerini göstermektedirler. Eski binalarla, fabrika depolarıyla ya da eski devlet binalarını kiralayarak tamir etme metoduyla başlayan Almanya’da cami ve mescid açma, tek tekte olsa yerini artık bildiğimiz görünümüyle, cami ve külliyelere bırakmaktadır. Bremen, Mannheim, Berlin, Hamburg gibi şehirlerde modern görünümlü ve temiz camilere bırakmaktadır.
Bu camilerde, özellikle 11 Eylül sonrası aydın Müslümanların önderliğinde, İslam dinini tanıtma ve diyalog amaçlı çalışmalar yapılmaktadır. Almanlar arasında İslam olan ilgi, bilgilenme isteği artmaya başlamıştır. Almanya’daki bu ilgi sayesinde artık sokaktaki Alman, varsa sokağındaki camiye ya da oturduğu şehirdeki camiye gitmeye başlamıştır. İslam’a ilişkin bilgi artık, taraflı basın yayın organlarından değil, ilk ağızdan bu dini yaşayanlar tarafından verilmeye başlamıştır.
11 Eylül sonrası, her Müslüman gibi Almanya’daki Müslümanlarda zorluk çekmişler, tüm Dünyada hızla yayılan İslamofobi korkusu altında, Almanya’da da mağdur olmuşlardır. Ancak zaman içerisinde, bilhassa Alman kamuoyunda İslam’a karşı bir ilgi başlamış, çoğunlukla iyi yönde olmak üzere oldukça geniş bir şekilde Alman Kamuoyunu etkilemiştir. Cami ve cemiyet başkanlarının bir kısmının dinler arası diyaloga ayrı bir önem vermeleri sayesinde, İslam dininin Almanya’da ki varlığı artık, göz ardı edilemeyecek bir gerçek olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
11 Eylül sonrası, Türkler ve Müslümanlar aleyhinde olmadık lafı söyleyen, Bavyera eyaleti içişleri bakanı Günther Beckstein bile, Almanya’da değişen bu kamuoyu nedeniyle, kendisince an azılı ve radikal diye tanımladığı Almanya İslam cemaatlerinden İGMG ile görüşmekten çekinmemiştir. Bu güne kadar farklı konfederasyonlar adı altında faaliyet gösteren İslam cemaatleri birleşerek, Almanya İslami Cemaatler Konfederasyonunu oluşturmuşlar ve Alman devleti ile görüşmeler başlamıştır.
Köln’de, Köln Belediyesinin de desteği ile, bu şehrin geleneğini temsil edecek, Köln’e Merkez Camisi projesi başlatılmıştır. Uzun süren tartışmalardan sonra, yer belirlemede yaşanan güçlükler ve aşırı sağcıların engellemeleri ile proje istenilen şekilde gerçekleştirilememiştir. Lakin yine belediyenin yeşil ışık yakması ile bir yıl kadar önce, DİTİB, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’nin şu anki merkezinin bulunduğu yere, modern bir cami yapılması için proje yarışması açılmıştır. Yarışmayı kazanan eser, Köln belediyesinden yetkililerinde katılımıyla takdim edilmiş ve plan safhasına geçilmiştir. Belediye inşaata onay verdiği andan itibaren, belkide Almanya’da ki kültürler arası diyalog çalışmaları doğrultusunda, en büyük eserlerden biri vücud bulacaktır.
***
Malatya’da kitabevi baskını olduğunu duyduğumda, Almanya’da ilk aklımdan geçen şey, kimin niye yaptığından çok, aynı şey Almanya’da benim başıma gelse ne olurdu? sorusu idi. Her şeyin ötesinde, ben nasıl Almanya’da kitapevi, cami açabilme hakkına sahip isem, onlarda fikirlerini oralarda açıkça söylemelilerdi, söyleyebilmeliydiler diye düşünmüştüm. Her şeyden önce insan olarak herkesin yaşama hakkının olduğunu düşünüp, bir Müslüman olarak bu haklara saygı göstermem gerektiğini düşünüyorum.
***
Köln’deki açılacak camii ile ile ilgili olarak, Köln şehrinde ve özellikle camiinin yapılacağı Ehrenfeld semtinde, zaman zaman gösterilere düzenlenmekte ve herkes, yani cami taraftarı olanda, taraftarı olmayanlarda fikirlerini, demokratik haklarını kullanarak ifade etmektedirler. Bundan 1 ay kadar önce mesela, hem cami yapılmasına karşı çıkanlar, hem de cami yapımını destekleyenler, birer gün arayla aynı yerde gösteri düzenleyerek, demokratik haklarını kullandılar. Cami yapımına destek veren göstericilerin sayısı beş bin civarında iken, karşı çıkanların sayısı 200 civarında idi. Üstelik, cami yapılmasına karşı çıkanlar, gösterilerinde amaçlarını aşarak, polisle çatıştıkları için, bu grubun içinden 50-60 kişide göz altına alınmıştı. Hatta cami yapılmasını için destek verenler arasında, kilise temsilcileri ve sendikalar dahi yer almıştı.
***
Almanya’da son bir yıldan beri İslam’a karşı bakış açısı oldukça değişmiş durumda. Başlarda tamamen vurdumduymazlık ve görmezlikten gelme gibi pozisyonda hareket eden Alman hükümeti, özellikle demografi ile ilgili araştırmalarda, kendisini aynada görünce, İslami cemaatlerle ve kuruluşlarla diyalog içine girmeye başlamıştır. Tabiî ki bu, tek taraflı olmamıştır. Burada, 2. ve 3. nesil Türkler ve diğer ırklara mensup Müslümanlar arasında yetişen, yaşadığı çevrenin kültürünü bilen, hassasiyetlerini tanıyan ve Avrupa’da Müslüman olarak yaşamanın zorluğunu ve hassasiyetini bilen, deyim yerinde ise gönüllüler sayesinde, gerek Almanya’da ki gerekse de diğer Avrupa ülkelerindeki, sokakta yaşayan insanın kafasındaki İslam resmi değişmeye başlamıştır.
Köln’deki Merkez camiisinin yapımı ile ilgili olarak, bölgesel Kölner Stadt Anzeige gazetesinin yapmış olduğu anket, belki sadece Köln ile sınırlı kalsa bile, insanların kafasındaki değişen resme ışık tutuyor.
Köln’de Ehrenfeld semtinde “Merkez Cami yapılmasına ne diyorsunuz sorusuna”; bütün Köln şehrinde, ankete katılanlardan % 35,6 sı şu anki projeye tam destek verirken, % 27’si de projeye destek vermekle birlikte, caminin biraz daha küçük ebatlarda planlanmasını istiyor. Yani cami için evet diyenlerin sayısı % 62,6. Hayır diyenler ise %31 civarında kalıyor. Fikrim yok diyenler 4,6 iken, projeden haberim yok diyenler 1,7 civarında.
Müslümanların Almanya’da cami yaptırmalarına ne diyorsunuz sorusuna ise, ankete katılanların % 68,3’ü “evet yaptırsınlar” derken sadece % 26’sı hayır yaptırmasınlar diye cevap vermektedir.
Planlanan Köln Merkez Camisi, Müslümanların, Almanya’ya daha iyi entegre olmasına yardımcı olur diyenlerin oranı % 56,4 iken, hayır aksine entegrasyona zarar verir diyenlerin oranı %33,7 civarında kalmaktadır. Planlana Merkez cami, çoğulcu toplum yapısının oluşturulması yönünde iyi bir sinyal olur diyenlerin oranı %56,6 iken, hayır aksine zarar verir diye düşünenlerin oranı % 35,9 gibi bir orana ulaşmaktadır.
En ilginç cevapları ise, Cuma Namazı ve Cuma hutbesi hangi dilde olsun sorusuna verilen cevaplar oluşturmaktadır. Cuma namazı ve hutbe “Türkçe” olsun diyenlerin oranı % 4 gibi bir rakamda kalmaktadır. Almanca olsun diyenlerin sayısı % 16 civarında kendini göstermektedir. Ankete katılanların %13,5’i farketmez derken, % 26,3’ü, buna inananların kendisinin kara vermesi gerektiğini düşünmektedir. Ancak % 40,2 gibi oldukça yüksek bir oran, Cuma namazı ve Cuma hutbesinin İki dilli (Türkçe ve Almanca) olmasını istemektedir.
Dikkatinizi çekti ise burada, Almanlar ve Türklerden konuşulmaktadır sadece. Bu sadece Almanya’ya mahsus değil, diğer kıta Avrupası ülkelerinde de, Müslümanlardan bahsedilince hemen Türkler gündeme gelmektedir. Yani başta Almanya olmak üzere, Türklerin yoğun olarak yaşadığı yerlerde Türk=Müslüman yada tam tersi Müslüman=Türk şeklinde algılanmaktadır. Rahmetli Cem Karaca, Almanya’da geçen o zor mülteci yıllarıyla ilgili anılarını anlatırken, neden sonradan sonraya İslam’a karşı ilgisinin arttığını anlatırken bu sebebi göstermişti. Yani o özünü, kökünü ve nerden geldiğini bu şekilde bulmuştu.
***
Rahip Sartoro, Hrat Dink ya da Malatya’da katledilenler, yukarıda bahsettiğimiz “ bizden farklı olana tahammülsüzlüğümüz” nedeniyle hayatlarını kaybettiler. Ben, kendi adıma, yaşadığım ülkede, bana tahammül edilmesini ve haklar bahşedilmesini isterken, benim ülkemde böyle üzücü olaylar yaşanmaktadır. Siyasi görüş ve fikrimiz ne olursa olsun, farklı olana tahammülsüzlüğümüz, ırk olarak da, insan olarak da gelişimimizdeki, önümüzdeki en büyük engeli oluşturmaktadır. Görüşümüz ve inancımız ne olursa olsun, bu hastalığımızı yendiğimiz takdirde, kan akmayacak, gönüller kırılmayacak ve aramıza kardeşlik ve dostluk hâkim olacaktır.
Kalın Sağlıcakla...