Libya’yla yeniden gündeme oturan “dış müdahale” konusu, İslam dünyasının son yüzyılda yaşadığı açmazlara ayna tutar cinsten. Önümüze diktatörlük mü liberal sisteme entegrasyon mu şeklinde konan açmaz özgür tartışma ortamlarında toplumların kendi gerçekliklerini konuşma fırsatlarının tüketildiği bir sürecin sonucu. Şimdi, sömürge veya yarı-sömürge haline getirilmiş ülkelerimizde batının desteklediği diktatörlükten veya “demokratik oligarşiden” Atasoy Müftüoğlu’nun dediği gibi “liberal diktatörlüğe” sığınılıyor. Bununla birlikte bu yeni tip diktatörlük davet edilirken, bu sefer Akif Emre’nin kavramsallaştırmasıyla, “liberal naiflikle” tarihte yaşananlardan da ders almadan ellerinden hala kan damlayan küresel güçlerden medet umuluyor.
Yaklaşık yüz yıl önceydi. İslam dünyası hilafet merkezinin batılı meydan okuma karşısında nasıl korunacağına dair çözüm yolları arıyordu. Meşrutiyetin yeniden ilanı çerçevesinde örgütlenen II. Abdülhamit’in istibdat rejimine muhalif Jön Türkler de aslen Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını önleyecek denklemlerin peşindeydi. Özellikle Balkanlarda Rusya ve Avrupalı devletlerin de desteğiyle örgütlenen milliyetçi hareketler karşısında “Osmanlı milletini” bir arada tutmanın bir yolu olarak “meşveret” önem kazanmıştı onlar için. Bu yolla farklı toplum kesimlerinin mecliste temsili temin edilecek ve “vatan birliği” sağlanacaktı.
Örgüt içinde Cumhuriyete de miras kalan ilk fikir ayrılığı 1902 yılında gerçekleşen ilk kongrelerinde ortaya çıktı. Bu kongrede bütün üyeler, ihtilâlin sadece yayın ve propaganda yoluyla gerçekleştirilemeyeceği, askeri kuvvetlerin de yardımının alınması gerektiği noktasında hemfikirdir. Asıl ayrışma ise özellikle Ermeni üyelerin teklifiyle tartışmaya açılan yabancı devletlerin müdahalelerinin davet edilmesi konusu oldu. Gerek kongrenin toplanmasında rol almasıyla gerekse yaptığı para yardımlarıyla örgütte ağırlığı olan bir isim olarak Prens Sabahaddin ihtilale kalkışmadan önce “hür ve demokrat hükümetlerle” anlaşmaya varılması gerektiğini savunacaktır. Zira içerde bir isyan hareketi ortaya çıktığında kendi emelleri çerçevesinde bu durumdan yararlanmak isteyecek devletler müdahil olabileceklerdir. Diğer taraftan yine örgütün önde gelen isimlerinden, pozitivist düşünceyi savunanların etrafında toplandığı Ahmet Rıza ise dış müdahaleye karşı çıktı. Üyelerin çoğunluğu batılı devletlerin müdahalesini savunsa da dış müdahale aleyhtarı grubun iyi niyetli bile olsalar yabancı devletlerin Osmanlının iç işlerine karışmasına karşı çıkmaları üzerine bir karara bağlanamadan kongre dağılmış oldu ve daha sonra siyasi tarihimizde sağ ve sol olarak tanımlanacak olan iki siyasi akımın da temelleri atılmış oluyordu.
Jön Türk muhalefetinin içinden çıkan bu iki akım da liberaldi. Prens Sabahattin’in temsil ettiği akım adem-i merkeziyetçiliği savunuyor ve dolayısıyla kapitalist ekonomiye, liberal politikalara geçişin mahalli yönetimlerin güçlenmesiyle aşağıdan yukarıya doğru gerçekleşmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu görüş daha sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası tarafından temsil edilecektir. Diğer akım ise bu görüşün imparatorluğu parçalayacağını öne sürerek kapitalistleşmenin devlet eliyle gerçekleşmesi gerektiğini savundu ve çok geçmeden İttihat ve Terakki Cemiyeti etrafında örgütlendi. Birinci Büyük Millet Meclisi’nde İttihat ve Terakki kanadı “birinci grup” olarak anılırken daha sonra CHP’ye evrilecek ve Türkiye siyasi tarihinde sol siyaset olarak tanımlanacaktır. Hürriyet ve İtilaf kanadı ise Birinci Meclis’te İslamcılar gibi diğer muhaliflerin de yer aldığı “ikinci grubun” içinde yer alacaktır. Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, çok partili siyasete geçilmesiyle de Demokrat Parti çizgisinde varlığını sürdürecek ve sağ siyaset olarak tanımlanacaktır. İdris Küçükömer bu iki siyasi çizginin yerlilik, dış müdahale gibi konularda gösterdikleri refleksleri değerlendirerek Hürriyet ve İtilaf kanadının sol, İttihat ve Terakki kanadının ise sağ olarak sınıflandırılabileceğini söylemektedir. Nitekim CHP çizgisinin evrildiği şovenist tutum bu iddiayı destekliyor.
Türk siyasetinin sadece kapitalist ekonomiye geçiş yönteminde farklılaşan bu liberal içeriğinde asıl kırılma İslamcı siyasetin bir parçası olarak siyasi hayatta beliren Milli Nizam Partisiyle yaşandı. Bu bakımdan söz konusu yapılanma Türk siyasetinin sağ-sol kutuplaşmasında yeni arayışların habercisi olabilirdi. Fakat özgür siyaset yapmanın önüne konan bariyerler, her filizlenmesinde umutları yerle yeksan eden darbeler toplumun kendi değerleriyle, dinamikleriyle üretebileceği siyaset tarzlarının tartışılıp geliştirilmesinin önünü kapadı.
Bugün coğrafyamızda toplumların diktatörlük ve liberalizm arasında tercih yapmak zorunda kaldığına şahit oluyoruz. Kendi siyasetini üretemeyen halklar, zulmünden nefes alamadığı yönetimlerden kurtulma aşamasında denize düşen yılana sarılır cinsinden “liberal diktatörlüğün” kucağına atlıyor ve kendini o kadim tartışmanın içinde buluyor; dış müdahale olmadan, batılı devletler yardım etmeden, yabancı sermaye yatırım yapmadan nasıl düzlüğe çıkılır? Tekrar tarihi referansa dönecek olursak dış müdahalenin beklenen kurtuluşu sağlamadığının defaatla vaki olduğunu hatırlarız. 1902 Jön Türk kongresinden çok geçmeden Balkan Savaşları patlak verir ve korkulan olur. Ziya Gökalp batılı devletlerin uluslararası hukuku nasıl kendi çıkarlarına işlettiklerine işaret eder. Dolayısıyla Prens Sabahaddin’in liberal naiflikle, müdahil olacaklarını beklediği “hür ve demokrat hükümetlerin” Osmanlının parçalanması için uğraştıkları gün yüzüne çıkar.
Yakın tarihimizde de şahit olduğumuz gibi silahlarıyla yardıma gelen batılı devletler diktatörlerin sömürdüğü toplumsal kaynakların tekrar topluma akmasını sağlamıyorlar.