Dünkü yazımda, daha önce bir adam şeklinde cismanileştirerek sitem etiğim demokrasinin, şişko ve albino kılığında rüyama girdiğini anlatmıştım.
Zat-ı âlileriyle garip bir şekilde müşerref olmuş, çok geçmeden "Demoş" diyebilecek kadar samimiyeti ilerletmiştik. Rüyamda tabii.
İmdi, o acayip rüyanın en heyecanlı ve kasvetli kısmından devam edebiliriz.
Demoş ile birlikte güle oynaya İstiklal Caddesi'nde volta atarken, birden o çok kıllı ve ağzı görülmeyecek kadar sarkık gür bıyıklı lokantacıyı fark etmiştim. (Hani dünkü yazımda bahsettiğim lokantanın sahibi.)
Lokantacı nerdeyse ışınlanırcasına Demoş'un arkasında, bitişik nizam vaziyette belirmişti.
Sivri uçlu uzun dilini, Demoş'un kulağının taa östaki borusuna kadar sokarak bir şeyler fısıldadığını görünce, "Ne var, ne istiyor?.." diye sordum.
Omuzlarını suhuletle silkerek, "Hiiiç" karşılığını verdi. "Bana doğruyu söyle Demoş!" dedim, "Bu adamla tanışıyor musunuz?"
İsteksizce, "Ben onsuz yapamam ki!" diyerek kestirip attı.
Demoş'un yüzüne hayretle bakarken, aklıma nedense, Bukowski'nin, bir adamı 'küçülterek' münasebetsiz yerinde taşıyan kadın kahramanı geldi. (Niye geldiyse?!)
Bu nasıl "onsuz yapamam" yüzsüzlüğüdür birader; hemi de güpegündüz!..
Arkasından ayrılmayan lokantacıyı işaretle, Demoş'a sordum:
"Peki, kim bu adam?"
Kulamparanın yakışıksız kaçacağını düşünerek, 'adam' sözcüğünü tercih ettiğimi anladığı halde, hiç umursamadı.
"Laiklik…"
Laiklik mi?!..
Hâlâ anlamadın mı, dedi, Demoş, sana lokantada bir mesaj vermeye çalışmıştık.
Dilimin ucuna, mesajı siz veriyorsunuz ama kredi kartımın son limitine kadar hesabı ben ödüyorum, demek geldi, vazgeçtim.
Vay Demoş vaay, demek öyle ha!
Sonra…Birden…Parçalı ışıkla aydınlatılan devasa bir salonda buldum kendimi. Öyle bir yer ki; şato desem değil, saray desem değil. (Malumunuz, lineer bir çizgide ilerlemeyen rüyaların kurgusundan sual olunmaz.)
Saçımdan topuğuma kadar ürperdim.
Demoş'a ve Fordçu Laiklik'e yalvardım: "Bırakın beni, evime gideyim, küçük çocuklarım var; eşim akşama gelirken süt ve çocuk bezi almayı unutma demişti; lütfen, n'olur, bırakın!.."
Yeşilcam marifeti bir kötü adam kahkahası yankılandı salonda.
Karanlıklardan süzülerek önümüze dikilen simsiyah cüppeli yarma gibi bir adam, "Kitabın hiçbir maddesinde çocuk bezi ve süt geçmiyor..." diyerek bir kahkaha daha attı.
Belli belirsiz titrek bir sesle, "Demoş" dedim, "Kim bu yarma?"
"Militan Hukuk" karşılığını verdi.
Eyvah! Bu nasıl haldan bilmez, vicdansız hukuk!
Dan Brown'un, "Da Vinci Şifresi"nde tasvir ettiği müzenin salonuna benzer bir salondan ilerleyerek, Michael Radford'un "Flawless" filmindeki elmas baronlarının çelik oval kapısına benzer bir kapının önüne geldik.
Anadan üryan bir görevli, Fordçu Laiklik'ten aldığı şifreyle kapıyı açtı.
İçeri girdik.
Ellerimi bağladılar ve "sorgu aleti" tesmiye ettikleri şeffaf bir koltuğa oturttular.
Demoş'a, "Suçum ne? Hukuk diye bişiy var; ayıp oluyor ama ha…" yollu serzenişte bulundum.
Lakin, Militan Hukuk kallavi cüssesiyle aramıza girince, Demoş görünmez oldu.
Kaldım mı Militan Hukuk'la baş başa!
Gayriihtiyari mırıldandım: "Allah'ım yardım et!.."
Allah, dedim diye, Fordçu Laiklik elinin tersiyle ağzıma sert bir şekilde vurdu.
İsyan ettim; haykırdım:
"Avukatımı istiyorum…"
Kimse duymadı; Militan Hukuk'un o gıcık kahkahası arasında gümbürtüye gitti feryadım.
Zaman kazanmak için, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti, diskurundan bahsettikten sonra, "Hepiniz burada ama 'Sosyal' kardeş yok? O nerde?" diye sordum.
"Kapıda kaldı" dedi, Fortçu Laiklik. "Kapıdaki anadan üryan görevliydi o, fark etmedin mi?.."
Çaresizdim. Yapacak bir şeyim yoktu.
"Oylarımızla bu kumpas düzeninizi değiştireceğiz, göreceksiniz siz!..." şeklinde tehditler savurdum.
Demoş, Militan Hukuk'un arkasından, "Oyla düzen değişseydi, oy vermek yasaklanırdı…" dedi.
Militan Hukuk, "Gördün mü, nasıl da biliyor…" dedi, alaycı bir sesle.
Gördüm, dedim, gördüm!..
Böyle açık konuşun, ciğerimi yeyin. Ne öyle halk idaresi, malk idaresi diyerek kafa ütülüyordunuz!
Kaynak: Yeni Şafak