Cumhurunu arayan baş

Kimin Cumhurbaşkanı olacağı sorusu etrafında bunca zamandır yapılan tartışma Abdullah Gül'ün adaylığını açıklamasıyla kısmen bitmiş gibi görünse de tartışmalar bitmeyecek. Gerek cumhurbaşkanlığına muhtemel aday olabileceklerin kişilikleri üzerinden, gerekse çok istemesine rağmen Başbakan'ı aday olmaktan son anda vazgeçmeye iten siyaset ortamındaki sorunlar, siyaset kültürü aşılmadıkça bitmeyecek görünüyor.

Erdoğan'a Başbakanlık yolunu açan milletvekili seçildiği günün akşamı yaptığı açıklama hatırlanırsa Cumhurbaşkanlığı adaylık sürecini noktalayan tavrı çok daha iyi anlaşılır; “bundan böyle gerilim politikaları sona ermiştir”. Tayyip Erdoğan'ın siyasal stratejisini oturttuğu temel formülasyonun bu cümlede yattığını düşünüyorum: gerilim politikaları üretmemek. Ne var ki; hangi siyasal tavrın gerilim üreteceğini belirleyen yazılı bir kriter de yok. Hukuka uygun, yasal süreçler yerine getirilmiş olsa da birileri yazılı olmayan gerilim nedenleri icat edecektir.

Temel açmazı anlamak için, cumhurun başkanını arayan Türkiye'nin gerçekten cumhura layık bir baş arayıp aramadığını sorarak işe başlamalıyız. Bu soruya verilecek herhangi bir cevap Türkiye'deki gerilim politikalarını açıklamaya yetmez. Zira, hukuka ve yasalara uygun olsa da üzerinde “uzlaşılmamış biri”nin gerilim nedeni olacağını ima ve ihtar edenler cumhura bir baş aramamaktadır. Bu çevreler için, cumhura bir baş/kan değil, baş/kan/a uygun bir cumhur aranmaktadır.

Çankaya'nın savunulması gereken son kale olarak algılanması, Meclis'in yapacağı seçim sonucu oraya çıkacak kişinin şahsında rejim sorunu çıkarılmasının sebepleri cumhur ve baş ilişkisinde aranmalıdır ve bu da son yüz elli yıldır siyaset etme biçimimizi biçimlendiren süreçlerden bağımsız değildir. Gittikçe kırılganlaşan toplumsal dengeler siyasete yansıdıkça bu cumhur ve baş çelişkisi de büyümekte; toplumsal talepler siyasete yansıdıkça ya da bu taleplerin sahipleri siyasete katıldıkça gerilim kaçınılmaz hal almaktadır. Cumhurun sahip olduğu sosyal, siyasal, kültürel ve tarihi gerçekliğinden kopuk bir statüko tanımına dayanarak sürdürülmeye çalışılan iktidar kavgası, başa uygun cumhur mücadelesine dönüşmektedir. Ve farklı biçimlerde ortaya çıkan gerilim de bu başın cumhur tanımından kaynaklanmaktadır.

Burada sorulması gereken bir önemli soru da, başı seçmesinden korkulan cumhur temsilcilerinin gerçekte sistem açısından bir tehlike olup olmadıklarıdır. Daha açık ifade ile Adalet ve Kalkınma Partisi'nin seçeceği bir Cumhurbaşkanı ulusalcıların iddia ettiği gibi “Siyasal İslam”ı mı temsil etmektedir? Mevcut iktidarın; kadroları ve siyasal projeleriyle sistemin yaslandığı temel ilkeleri tehdit eden bir Siyasal İslam projesine sahip olduğu varsayımından yola çıkılarak kim olursa olsun bu partinin belirleyici olacağı Cumhurbaşkanlığı sürecini rejim sorunu olarak algılayan akla zarar bir strateji yürütülüyor. Tespit bu olunca, cumhuru dizayn etmeye alışkın hatta kendini bu yolda sorumlu gören aydınlanmacı elitin gerilimi de aşan hırçınlık sergilemesini anlamak zor değil…

Oysa iktidar partisinin sosyolojik gerçekliği ile siyasal amaçlarını birbirine karıştıran seçkinci siyaset erbabı, kendi iddiaları açısından da gerilim çıkarmakta pek tutarlı görünmüyorlar. Ak Parti iktidarını Siyasal İslam olarak okuyan toplumsal ve kültürel yabancılaşma varoşlarda yükselen minareleri bile Arap parasıyla izah edecek kadar cumhurdan bihaberdir.

Oysa mevcut iktidar kadrolarının yapıp ettikleri ile siyasal hedefleri, siyasal dokusu arasında gizli gündem aramakta ısrarcı olunmasında, kendi toplum projelerinin başarısızlığı kadar siyaseti tekelde tutmaya alışmış bir seçkinciliğin kıskançlığı yatmaktadır.

Bu konuyu biraz daha açacak olursak bugün AKP bir siyasal hareket olarak “Siyasal İslam”ı değil “Sosyolojik İslam”ı temsil etmektedir. İktidarı paylaşan Siyasal İslam değil olsa olsa sosyolojik aidiyet/lerdir. Köken olarak muhafazakar, dini duyarlılıklara yatkın çevrelerden gelmiş olmaları, sistem açısından siyasal bir tehdit olmaktan çok sisteme entegre olma sürecine dönüşmektedir. Bu zamana kadar sistem dışında kalmalarında yarar görülen ama daha fazla bu şekilde tutulmaları mümkün olmayan geniş kitlelerin sisteme dahil edilmeleri bir yana bu iktidarın muhafazakar kitleleri küresel sisteme entegre ettiğini, seçkincilerin başaramadığı modernleşme ve sekülerleşmeyi önemli ölçüde içselleştirdiğini bile görememekteler. Siyaset etme kültürü toplum mühendisliği temeline dayanan, kendini sistemin sahibi gören seçkinlerin bu sosyolojik gelişmeyi pragmatik olarak değerlendirmeleri bile mümkün değil… İktidar kadrolarının sosyolojik aidiyetlerini ideolojik aidiyetle karıştıran başa uygun cumhur siyaset tarzının hiçbir alternatif üretememesinin bu fikri sabitlerinden kaynaklandığı aşikar. Semboller üzerinden yürütülen siyasetin bu denli kilitlenmiş olması ideoloji ile sosyolojik gerçekliği birbirine karıştırmalarından kaynaklanıyor; Türk modernleşmesinin şekilci özelliğinin bu zihni formatın oluşmasındaki katkısını hatırlatmakta yarar var.

Bu toplumun kültürü bir şekilde İslam'la ilişkilendirilmeden anlaşılamaz, sosyolojik aidiyetin siyasal alanda muhafazakarlaşarak sisteme entegre edildiğini görmek istemeyenler belki de kaybettikleri kendi statükoları için çırpınıyorlar.

Kaynak: Yeni Şafak