Cana yakın evler

Akyaka Evleri’nin mimarı Nail Çakırhan her zaman cana yakın evler yapmaya çalışan biri olarak anlatıyor kendini. Yalnızca para kazanmak amacıyla yapılan bir inşaatta mutlak huzurlu yaşama ilişkin hesabın tam yapılamamış olduğunu düşünüyor. “Bir kaç süslü tahtayı tavana çakmak böyle bir zihniyette pek bir şey kazandırmaz. “ Peki, öncelikle neye dikkat etmek gerekiyor? Evi bir bütün içinde düşünüyor Çakırhan ve projeyi öyle tarif ediyor çizecek olan kişiye. Kendisi mimarlık eğitini görmemiş, ancak tasarımcı. Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü kazandığında akademik çevreler mimarlık eğitimi görmediği için tepki gösteriyorlar. Fakat “Akyaka Evleri” her türlü diplomanın üstünde yaşayan bir belge, yolu yordamı örneklik teşkil etmesi gereken bir model, bir atölye. Çakırhan’ın yolunun bir dönemde -Türkiye'nin ilk geniş saçaklı 'çıplak beton' uygulamasında- Cansever’le kesişmesi rastlantı olmasa gerek. Kuşkusuz arkeolog eşi Halet Çambel’in faaliyet alanıyla bütünleşen bir sorumluluk duygusu ve alakayla Çakırhan, betonlaşma salgını karşısında geleneksel mekân değerlerini ayakta tutmanın çareleri üzerine uygulamalı olarak düşünmeyi sürdürüyor. Hayatında çivi bile çakmamış adam, çevre bağlantılarını ve uygun olan malzemeyi hesaba katarak hayranlık uyandıran evler yapmaya başlıyor.

Mimari, bağlamdan kopuk bir planlamanın sanatı değil. İnsan yapabildiğince evi üzerinden uzanır dünyaya, kendini yansıtır, yeniden var etmenin yollarına uzanır. Emlakçı kanalıyla da ulaşsanız, bir kooperatif kanalıyla da, standart bir ev yaygın olarak ister istemez bir parça konfeksiyon işi bir giysiye benziyor. Buna karşılık bir evi seçerken konfeksiyon ürünü giysi için sahip olduğumuz özgürlükle nadiren hareket edebiliriz. Hem ev, sadece çatının altındaki duvarlar ve odalardan da ibaret değil. Fiziki çevremiz tarafından beslenerek gelişiyor ya da daralıyor varlığımız. “Cana yakın ev” tanımı bu nedenle de önemli geliyor bana. Cana yakın evin geleni gideni eksik olmaz herhalde ve muhtemelen sokağın seslerine açıktır. “Kucak açan ev” de diyebilirdik. Kendi halkıyla barışık olan, yoldan gelip geçenden de ihtiyaç duyduğu ilgiyi esirgemez.

Her mimarın ideali işte öyle barışı çağıran evler yapmak değil. “Mega projeler”le silueti ve gökyüzü sathını yeniden belirleyerek ebedileşme, inşaat piyasasının sıradanlaşan bir arzusu. Buna karşılık bir binayı kalıcı kılan temel niteliğin içinde yaşayan insanla ilgili olduğu kabulüyle yola çıkan tasarımcı, çevre şartlarını umursamayan yayılma hırsı karşısında kendini sıklıkla savunmasız hissedebilir. Mimarlık, inşaat sektörünün talep ve kıstaslarını gözetmek zorunda kalan bir sanat/teknik. Üslubunu geliştirmek, bu üslup alanında diretmek bir hareket/uygulama sahası gerektiriyor. Frank Lloyd Wright “sanki “mutlu ev” tasarımını gerçekleştirecek şekilde dersler seçerek eğitimini sürdürmüş. Şikago Okulu’nun ünlü mimarı Louis Sulivan’a bağlı olarak çalıştığı yıllarda, mimarinin bir sanat olduğu kadar sosyal bir protesto olduğu düşüncesiyle birlikte bir binanın temel işlevinin biçiminin ifadesinde belirleyici olması gerektiğini de öğrenmiş. Tasarımın çeşitli faktörleri hesaba katan talepleri, mekânın kesin ve muntazam çizgilere sahip olması şartını koşmazdı, pekâlâ dağınıklık tercih edilebilirdi.  Doğal biçimlerden hareketle iç ve dış mekânların bütünleşmesini hedefleyen, her bir örnekte kendi tabii ihtiyaçlarından hareketle gelişme gösteren mekânlar, “mutlu ev” idealine yakınlaştırabilirdi mimarı. “Mutlu ev”i moda akımların başvurduğu üzere Eski Yunan ve Roma’da arama yanlısı da değildi Wright, modernin “burada” ve “şimdi”nin sorusu olduğunu düşünüyordu. Yine de Japonya incelemelerinde mekân incelikleri ve organik bağlantılar konusunda çok şey öğrendiği muhakkak.

Daha önce “Frank Lloyd Wright Farkı” başlıklı yazıda ele aldığım gibi, Le Corbusier’le Frank Lloyd Wright arasındaki üsluplarda somutlaşan mimarlık anlayışı ve hayat felsefesi farkı, bir evi mutlu kılan sebeplerde de kendini ortaya koyuyor: Le Corbusier’e göre, “insanların mutluluğu sayılarda, matematikte, doğru hesaplanmış tasarımlarda, gelecekteki kentlerin şimdiden görülebileceği planlarda ifade edildiği haliyle zaten mevcuttur.“ Aynı zamanda ressam ve heykeltıraş olan ve mobilyalar da tasarlayan ünlü mimar, planladığı şehrin ve mekânın makine çağı bilincinin rasyonel ifadesi olması itibarıyla modern insanın onu tüm kalbiyle kucaklayacağından, en azından retorik olarak emindi. Gelgelelim, bu cümleleri aktaran C. Scott’a göre, Le Corbusier kentinin yurttaş-tebaasının deneyimleyeceği hoşnutluk kişisel özgürlüğün ve özerkliğin değil, rasyonel bir plana mantıksal olarak uymanın hazzıydı. Nihai planda bu planı gerçekleştirme yetkisini haiz iktidarın çocukları için kaygılanan bir babanın iktidarına, partriyarkal iktidara adım atmasının gereğini vurguluyordu.[1]

Le Corbusier’in 1925'te Paris'teki uluslararası bir dekoratif sanatlar sergisinde yer alan ve “yaşayan hücre” olarak nitelediği ilk ev modeli, aynılığı, özdeşliği ve kesinliği temsil ediyordu. Hücreler bir araya gelip blok oluştururlardı. Marsilya’da 1952 yılında tamamlanan ve yapımı altı yıl süren Unite d'Habitation'un (Yerleşim Birimi) 1800 kişiyi barındırması amaçlanmıştı. 18 katlı yapı, rafa dizilen şişeler gibi yerleştirilmiş apartman daireleri ve ortaklaşa kullanılacak hizmet birimlerinden oluşuyordu. Yalın ve işlevsel olanın yayılma ve yükselişine cesaret veren mekân tasarımı, manzarayla ve kuş sesleriyle ilgilenmiyordu. Dünyanın yakın tarihlere kadar en yüksek binası olan, anteni ile birlikte 527 metre yüksekliğindeki 110 katlı Sears Towers’ın (Chicago) yüksek katlarının duvarları, gökyüzünde özgürce uçuşmakta olan kuşların çarparak öleceği bir savaş alanına dönüşmemiş miydi…

“Mutlu ev” tabiatla aradaki bütün perdeleri kaldırmakla da sağlanmış olmuyor. Mies Van der Rohe’ın New Cannan’da tasarladığı duvarları tamamen camdan oluşan evin sahibesi, 42 yaşında bekar bir kadın olan Farnsworth, kendini –bir orta blok dışında- iç bölmelerden de yoksun olan bu evin cam duvarları içinde “her zaman tetikte, sinsi sinsi dolaşan bir hayvan" gibi hissettiğini ifade etmişti. Evin mimarına özgürleştirici gelen özellikleri, sahibesine utanç verici görünüyordu. Bir ev içinde yaşayanların kendini güvende hissetmesini sağlayacak duvarlara sahip olmalı. Ancak bir mekan, etrafında uçuşan kuşların seslerini de hesaba kattığı ölçüde bu güvenliği bir hapishane ifadesinden kurtarabilir.

Mimarlık sanat olarak bazen “donmuş müzik” olarak tanımlanır (Öncelikle Schelling’e atfedilir bu tanım). “İlk ev”lerden biri olarak mağara, harekete, ekleme ve çıkarmalara izin vermediği için de halkının farklı mekân arayışlarına yöneldiği geliyor akla. Hareket yeteneği, güvenliği pekiştiren bir çevikliği mümkün kılabilirdi. Harekete açık mekan daralmanın önünü alıyor, yeni ihtimallere kapı açıyor.

Bir mekânın müziğini içinde yaşayanlarla birlikte geliştirmeye devam ettiğini düşünürüm hep. Ne zamana kadar? Çöküşün sesleri, yeniden kurulma ya da başka hayatlara temel olma umudunu uyandıran seslere dönüşünceye kadar... Her şey yolunda giderken, gençlik ve iyi sağlık haberleri dolup taşarken odalarda, denizliğe yerleştirilmiş menekşenin renkleri asla kaybolmayacak sanırdınız. Mutlu insanların hayat hikâyesinin olmadığı söylendi bize, ama galiba mutlu evlerin de uzun uzadıya anlatılacak şekilde bir hayat hikayesi yok, her şey bir anda özetlenebilir gibi. Unutulanın tek istediğinin adalet olduğunu söyler Agamben. Kafeste unutulmuş muhabbet kuşunun şarkısı, bedeni kuruyup toza dönüştüğü zaman bile yankılanacaktır uzamda; fakat birinin, birilerinin uygun bir şekilde hatırlaması gerek. “Keklik bizden uzaklaştı” diyor ya türküde… Tabiattan şehre, insandan meskene bir bozulmanın metaforudur o uzaklaşma. İçinde yaşlı kadınlarla erkeklerin Türki Cumhuriyetlerden birinden gelen bakıcılarıyla yalnızlığa terk edildiği dönemlerde neşesini yitirmeye başlıyor duvarlar. Yürüyüş hazırlığı yapılmıyor çoktandır, dış kapıya yaklaşan ayak sesleri duyulmaz oldu, mutfaktan uğraşı gerektiren bir yemeğin hazırlığını yansıtan telaşın sesleri yükselmiyor, sokağın sesleri pencereden bakmaya çalışan yaşlı kadını daha nefes alırken unutmaya başladı. Kuşun kanat sesleriyle aramıza kafes zindanı giriyor. Ev bir kafesi andırıyor çoktandır. Kapısına penceresine yeni kilitler asıldı; yaşlı kadın balkondan düşebilir, hırsız kurbanı olabilir.

Bazen, içinde unutulmuş ölülere mezar olmaya başlayan evlerden biriyle ilgili haberler duyarsınız. Seslerini yitirmeye başlamış evlerden biri olmalıdır. İçinde yaşayan kişiyi dünya unutmuştur, en yakın akrabaları bile arayıp sormayı sürdürecek bir endişenin uzağına çekilmişlerdir. Faturalar ödenmediği, gerekli bakımlar yapılmadığı için zamanla makinelerin sesleri de susmaya başlamıştır. Telefonla araması beklenebilecek akraba veya tanışlar kendilerine göre haklı sebeplerle tuhaf sessizliğin peşine düşmeyi bir sebeple sürdürmemişlerdir. “Akıllı” olmayan telefonun sesi arada bir odalarda yankılanırken cesedin çürümesi sürüyor olmalıydı. Kokular belirdi, yükseldi ve bir anlam yüklenmeksizin geriye çekildi. Odaların ve evin çürüme sürecinden nasıl etkilendiğini hayal etmeye çalışıyorum. Bir zamandır evde tek başına yaşayan kişiden kaynaklanan seslerden, nefeslerden, dokunmalardan, itme ve çekmelerden, uzanma ve kalkmalardan yoksunlaşırken ihtiyaç duyduğu hareketi tesadüflerden umuyor ev. Saksıda çiçekler varsa da çoktan kurudu, çürüdüler. Mutfak tezgâhının üzerindeki bardakta bulunan su, dipte ince bir kireç tabakasına dönüştü. Başka şeyler de oldu. Mesela banyo duvarından bir seramik düştü zemine, parçalanarak ve toz halinde yayıldı bir köşeye. Çivisinden kurtulan tablo koridor zeminine kapaklandı. Buzdolabının içinde neler olduğunu hayal edemiyoruz bile.

İnsan içinde çürürken mekânın müziği paslanıyor olmalı. Klee’nin “Cıvıltı Makinesi” belki bunu da anlatıyor: Neşeli, tabii, hayat dolu, iyimser seslerin bastırılması için elinden geleni yapan makine düzeni, sönükleşen kuş seslerini bir makineyle duyuracağını vaat edebilir; ancak makineler güçlü olsa bile en ihtiyaç duyduğumuz anda kulak verdiğimiz, çürümenin sesi olacaktır. Akyaka Evleri’nin başarısını burada arayabiliriz: Bir canın diğerine dönük işitme mesafesi, Nail Çakırhan’ın “cana yakın” evinin umrunda olmuştu.

Bir yapıyı küçük bir şarkı kılan seslere ulaşmanın yolunu bildirmiyor bize modular sistem. Elbette hayat tarzı mekanı yeniden var eder, insan içinde yaşarken evi kendine benzetebilir, ilke ve alışkanlıklarıyla, becerisiyle esnetebilir malzemeyi; ama aynı zamanda ev de insanı kendisine benzetecek ölçüde buyurgan, katı, yıldırıcı olabilir. Bakü’de yaşadığım yıllarda Sovyet sisteminin izlediği konut politikalarının sadece insan ilişkilerine değil, insanların beden diline ve yüz ifadelerine de yansıyan bir belirleyiciliği olduğu izlenimi edinmiştim. Temkinli, kuşkulu, çığlığını kendi içine göndermeye mecbur eden sınırları ve Sibirya üşümesine yol açan tehditleri vardır Sovyet evinin.

Bir evi tasarımından itibaren “cana yakın” kılan, konuya komşuya, anlatmaya ve dinlemeye, sohbete izin veren bağlantıları olsa gerek. Sadece genç, cıvıl cıvıl konuşan insanların bir arada bulunduğu mekân değildir neşeli, mutlu ev. Abdurrahman Arslan elbette haklı: “Yaşlılık sadece bakım meselesi değil, yaşlıları dinlemek gerekiyor.” Yaşayıp gittiğimiz ev, ihtiyarlarımızı bakıcılarla baş başa kalmaya terk etmeyecek şekilde tasarlanmış olmalı. Yaşlı hastanın iniltileri bakıcısı dışında kimseye ulaşmadığı için de derin bir sızıyla ölmeye devam ediyor, sağır duvarlarıyla güvenli kale izlenimi uyandıran yapılar.

[1]James C. Scott, a.g.e. s. 183.