Blair'ın dış politikası terör nedeni

Irak işgali Londra'daki terör eylemlerini meşrulaştırmasa da, Blair hükümetinin yaptığı gibi terörle dış politika arasındaki bağlantıyı inkâr etmek saçma. Britanya, 'Müslüman sorunu'nu güvenlik meselesine indirgeyip Müslümanların 'kötü entegre' olduğunu varsayarak hata yapıyor

Hükümetin Müslümanlara yönelik politikasındaki son gelişmelere yakından bakalım. Britanyalı Müslümanların 7 Temmuz saldırılarına tepkisi, Londra Belediye Başkanı Ken Livingstone'un da işaret ettiği gibi, örnek alınacak nitelikteydi ve bu, topluma iyi entegre olduklarının kanıtıydı. Bu trajik olayların tekrarlan-maması adına yapıcı bir temas politikası için elden gelen yapılacaktı.

Fakat bunun yerine Britanya hem ülke içinde hem de dışında bir çifte inkâr yaklaşımı benimsemiş durumda. 'Terörist tehdit' takıntısı tartışmayı hızla tekeline aldı ve hükümeti 'radikalleşme ve aşırılıkçılıkla mücadele'yle sınırlı bir yaklaşıma sürükledi. Her ne kadar bu meseleyle başa çıkma çabası normal gibi görünse de, 'Müslüman sorunu' sadece bir güvenlik meselesine indirgenemezdi. Dahası bu politikaya, 'entegrasyon'un zaruri olduğuna dair küçük düşürücü ve sık sık tahakkümcü bir tez eşlik etti. Buna göre Müslümanlar, 'Britanyalılığın' özünü oluşturan özgürlük, hoşgörü ve demokrasi gibi değerleri benimsemek zorundaydı.

Adalet kökene göre değişiyor

Bu indirgeyici tez iki açıdan tehlikeli. Birincisi, terörizmi kasıtlı biçimde entegrasyonla ilişkilendiriyor. Terörist eylemleri tertipleyenlerin tamamen entegre olduklarınıysa herkes biliyor: Eğitimli, iş sahibi ve kültürel açıdan Batılılaşmış insanlardı bunlar. İkincisi, bugünün sosyal ve siyasi tartışması dahilinde, vaktiyle sadece aşırı sağ unsurların cüret ettiği bir formülü normalleştiriyor: Yani, Müslümanlar Batılı değerlerle sorun yaşar ve söz konusu değerleri benimsediklerine dair daha ikna edici 'kanıtlar' sunmak zorundadır. Geçen yıl 6 Aralık'ta Başbakan Tony Blair azınlıklara 'temel değerlerimize' riayet etme çağrısı yaparken, 'entegrasyonun onların görevi olduğundan' dem vuruyordu. Müslüman toplum, 'kötü entegre olmuş varsayıldı-ğından' dolayı, şüphe altındaydı.

Terörizm, dinsel söylem ve tertipleyicilerinin siyasi stratejilerine dair bir analiz gerektiriyor; terör eylemlerine karşı kararlılıkla karşı koyulmalı. Hedeflerinde isabet kaydeden bir güvenlik politikasının zorunlu olduğu da aynı derecede açık. Fakat bu, nüfusun bütün bir kesimine yanlış
teşhise dayalı ezici önlemlerin uygulanmasını meşru kılamaz. Britanyalı Müslümanların büyük çoğunluğunun yukarıda zikredilen Britanya değerleriyle kesinlikle sorunu yok. Kültürel ve dinsel entegrasyonları çoktandır aleni bir olgu, bu ülkede barış içinde yaşayan milyonlar da bunun göstergesi.

Bugün sorun 'temel değerler'de değil, bu değerlerle günlük sosyal ve siyasi pratiğin arasındaki uçurumda. Adalet, birinin siyah, Asyalı veya Müslüman olmasına göre farklı şekilde uygulanıyor. Fırsat eşitliği çoğunlukla bir efsaneden ibaret. Kültürel ve dinsel 'azınlıklara' mensup genç vatandaşlar, kurumlaşmış ırkçılık duvarıyla karşı karşıya.

Toplum, Müslümanların 'entegrasyon görevi'nde ısrar etmekten ziyade, 'eşit muamele görevini' yerine getirmek zorunda. Kendi değerleriyle tutarlı davranmak Britanyalıların işi; çağrısını yaptıklarını pratiğe geçirmek de siyasetçilerin.

Çözümün de parçası sayılmalıyız

Blair ve hükümeti terörizmle Britanya'nın dış politikası arasında bağlantı bulunduğunu inkâr etmeyi devlet görevlileri için mecburiyet haline
getirdi. Her ne kadar Irak işgalinin, Londra'daki masum insanlara yönelik terör saldırılarını ahlaken meşru kıldığını iddia etmek mümkün değilse de, ikisi arasında siyasi bir bağlantı olduğu gerçeğini inkâr etmek de saçma. Irak'ın yasadışı işgali, Bush'un politikalarına gözü kapalı verilen destek,

Britanyalıların Filistinlilere yönelik zulme sessiz kalması... Tüm bunlar birçok Müslüman'ın genelde Batı'ya, özelde de Britanya'ya duyduğu derin güvensizliğin doğrudan sebebi değildir de nedir? Bu durum terörizmin tek izahı değilse bile, kesinlikle izahın parçası.

Mevcut dış politikayı değerlendirmemize katacak ve savaşa demokratik
ve barışçı yollardan karşı çıkan, ama sesleri duyulmayan insanlara kulak verecek kadar cesur davranmalıyız.

Bu politikanın olumsuz etkileri derinlere uzanıyor; bu noktada Guantanamo ve Ebu Garib'deki korkunç olayları anmaya gerek bile yok.

Blair'in Britanyalı Müslümanlara son jesti, 'İslam ve Dünyadaki Müslümanlar'a dair uluslararası bir konferans olacak. Bu girişimin ruhu ilk başta övgüye değer gibi görünüyor, fakat daha yakından bakıldığında durumu kurtarma veya halkla ilişkiler çabasından öteye bir anlam taşımadığı görülüyor.

Ben konferansa davetliyim, fakat önde gelen Britanyalı Müslüman kurumlardan tek bir temsilci çağrılmış değil, kaldı ki gündeminde tek bir hassas mesele de yok. Sanki söz konusu kurumların temsilcileri sorunun bir parçası sayılıyor ama çözümün aktif bir parçası olamayacaklarına inanılıyor. Yani açıklığa dair onca şık niyet ve lafa rağmen, dar politikaların ötesine geçilemiyor.

Britanya ve dünyanın her köşesindeki Müslümanlar kendilerini kurban
yerine koymak yerine sorumluluklarını üstlenecek ve eleştirel bir siyasi
bilinç geliştirecekse, süreç onları kandırmayı, temsilcilerini onlar adına seçmeyi ve hatta o temsilcileri aşağılamak için kullanmayı amaçlayan siyasi manevralara direnmekle başlamal