Sorun, askerlerin sivil dünyada ve özellikle de siyasette etkili olması sorunu değil. Daha önemlisi, bu süreçlerin taşıyıcısı olan sözde sivil süreçler ve bir o kadar da bunu tasfiye etmeye çalışan siyasî oluşumun içinde yatan benzer zihniyet birikimleri. Yakın çevresine, "Bazı şeyleri as-kerlere anlatabiliyor ve kabul ettirebiliyorum da, sivillere anlatamıyorum." diyen merhum Özal'ın yakınmasını doğru anlamak gerekiyor.
Türkiye'de politik gündem, hayli zamandır asker-siyaset ilişkisine odaklanmış durumda. Bu ilişkinin yakın bir ilişki olduğu ve siyasî kültür tarihimiz itibarıyla sıkıntılı durumlar yarattığı son derece de aşikar. Bu durumun, imparatorluk geçmişimizdeki ilişkilerden kaynaklandığı, sorgulanmayan ezber bir bilgi olarak zihinlerimize yer etmiştir. Oysa mesele bu basitlemeyle geçiştirilmeyecek kadar karmaşık gözüküyor. Mesela imparatorluk geçmişimizde, ordunun ağırlıklı kesimini oluşturan tımar ordusu ne çekirdekten ne de sürekli askerdir. Bu ordu, barış zamanlarında siyasetin hayli dışında tutulan zirai dünyanın nüfuslarından oluşuyordu. Sürekli asker durumunda olanlar ise bilindiği üzere Yeniçerilerdi. Yeniçerilik, etkili bir hizip olarak başlardan itibaren siyasete müdahildi. Ama paralı askerlerin siyasete müdahalesinin, etkili olmakla birlikte sürekli olduğunu söylemek zordur. Maaşların düzenli ödenmesi, bu müdahalelerin yatışmasını engellemeye yetiyordu. Kalemiye'nin öznesi olduğu siyasî akıl ya da hükümet etmenin hikmeti, akut müdahalelerin dışında kendi özerkliğini uzun bir zaman dilimi içinde muhafaza etmiştir. Osmanlı'nın çöküş süreçlerinde Yeniçerilik, öncelikle askerî niteliğini kaybetmiştir. Yani "Seyfiye" düpedüz lümpenleşmiştir. Bu lümpenleşme, Seyfiye'nin, içinde protest gelenekleri ve refleksleri barındıran ve bu özellikleri yaşadığı tarihsel bunalımlarla keskinleşen artizanal dünyayla bütünleşmesiyle tezahür eder. Ekonomik gücünü kaybeden artizanal unsurlar ve işsiz güçsüz kesimler, artık gayri kanuni bir piyasası oluşan Yeniçeri belgelerini kapışmakta ve siyasette her türlü manipülasyona açık etkili bir güç haline gelmektedir. Bu durumu, sadece Yeniçeriliğin adından yola çıkarak askerin siyasete müdahalesinin tarihine yazmak son derecede hatalı bir bakıştır.
Tanzimat, bu yaygın lümpenleşmeyi tasfiye eden bir süreçtir. Bu tasfiye hikmet-i hükümet dairesine bir nefes aldırmış; asrî siyaseti kavramsallaştırmaya muktedir vasıfları haiz yeni bir siyasî ve idarî sınıfın doğmasına imkân hazırlamıştır.
Asker-siyaset ilişkisinin derinleşmesi, modernliğin ortaya çıkardığı bir durumdur. Bu da askerliğin bir vatandaşlık yükümlülüğü olarak toplumsallaştırılmasının sonucudur. Toplumsallaşma kanallarının çeşitliliği içinde, askerlik bu kanallardan bir tanesidir. Eğer diğer toplumsallaşma kanalları kendi özerkliği içinde dolaşıma açık tutulabiliyorsa, modernliğin doğallaştırdığı askerî toplumsallaşmanın merkezî ya da hakim bir nitelik kazanmasının önüne geçilebilir. Mesela burada profesyonelliğe dayalı toplumsallaşmalar son derecede önemli bir işlev görür. Ama askerî toplumsallaşma, toplumsallaşmanın tek seçeneği haline geliyorsa ortada potansiyel bir sıkıntı var demektir. Bu sıkıntı, askerî toplumsallaşmanın -siyasî toplumsallaşma dahil- diğer toplumsallaşma süreçlerini belirleyen bir mahiyet kazanmasına yol açacaktır. Modernleşme tarihimiz itibarıyla Türkiye'de yaşanan da budur.
Askerî toplumsallaşma, geç dönem Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde toplumsallaşmanın baskın karakterini vermiştir. Bunu en güzel ortaya koyan, acısı ve tatlısıyla patetik askerlik hatıralarıdır. Dünyada bu kadar askerlik macerasının anlatıldığı başka bir yer var mıdır acaba? Bu hikâye etmeler aslında Türklerin toplumsallaşma tarihinin hikâyeleridir. Milyonlarca taşralı, kasabalı, köylü genç, askerlik hizmeti itibarıyla hayatının yegane macerasını yaşamıştır. Bu macera, belki de bir daha nasip olmayacak ve kapalı hayatlar süren insanlar için dünya değiştirmeye bedel bir mekân değiştirmedir. Bunu, insanları 20 yaşına kadar kuşatan her şeyden bir çırpıda arındıran mucizevî bir kültürel değişme izler. Bir kuşağı bu ölçülerde tertip edip, en yüksek dereceden aynılaştırarak bir araya getiren askerlikten başka bir tecrübe yoktur. Öte yandan askerlik; sivil hayat şikâyetlerine birebir çaredir. Sivil hayatlar her daim ihmal, sorumsuzluk, savsaklamayla maluldür ve askerlik, sert disiplini, emir komuta şaşmazlığıyla işlerin aslında nasıl yapılabildiğini herkese gösterir.
Askerî toplumsallaşma bitip, aynı nesle mensup yüz binlerce insan "memleketlerine" döndüklerinde, dinleyene Çin işkencesi tesiri yapan, anlatanı ise kendisinden geçiren ve Binbir Gece Masalı kıvamındaki hikâyelerini anlatmaya başlar. Bu hikâyeler Türklerin toplumsallaşma tarihinin kültürel şifrelerini ihtiva eden ve sosyolojik düşüncede son derecede ihmal edilmiş bir sivil folklorik birikimdir.
Öyle görülüyor ki; toplumsallaşma tarihimiz, askerî toplumsallaşmaları kendi mecrasında tutacak alternatif toplumsallaşmalar ve hikâyeler ortaya çıkaramadı. Bir bakıma Gramsci'nin hegemonya dediği ve sınıfsal olarak tanımladığı kültürel yapılar, bu diyarda sınıfsallığı hayli tartışmalı olmakla birlikte, bir şekilde, ama çok berrak olarak zuhur etti. Sünnet çocuklarına askerî kıyafetler giydirmekten tutun da, eğitime, memurin ya da organizasyonel dünyamızda yer alan ast-üst ilişkilerine kadar bunun göstergelerini saymak mümkündür. Bunu, en açık bir şekilde meslekler tarihinin askerî gereklilikler ve ihtiyaçlara binaen gelişen ve özerkliğini sağlamamış güdük toplumsallaşmalarında izleyebiliyoruz. Meslek dünyasının mobilizasyonları, hiyerarşi algılamaları, sevk ve idare donanımı hatta dili askerî toplumsallaşmanın kültürel kodlarına oturmaktadır. Bunun etkilerini futboldan medya diline kadar izlemek mümkündür. Olur olmadık yerlerde kullanılan "kurmay", "ekip" laflarının dilbilimsel-göstergebilimsel değerlendirmesi ortaya çok ilginç sonuçlar çıkarmaya aday görünüyor.
Siyasetin kendisini yapılandırırken bu etkilerden nasıl nasiplendiğini birkaç düzeyde izlemek mümkündür. İlk olarak, artık temsile açılan siyasî yapılarda temsil tek dereceli ve ayna ilişkisi dışında bir derinlik kazanamadı. Yani siyasetçi ile siyasal bürokrasi ve teknokrasi arasında yelpazelenen bir ilişki doğmadı. Bir bakıma Türk partitokrasisi, kuvvetli ve özerkliği tarihsel anlamda hayli derin olan kalemiyye-mülkiye geleneklerinden esaslı bir sapma olarak değerlendirilebilir. Zaman içinde Kalemiye'nin öz algılaması bile askerîleşmiş gözüküyor. Usulet ve suhulet içinde, ince hesaplamalara dayalı karar almaların ve inisiyatiflere açık sevk-idare geleneklerinin yerini, emir-komuta otomatlığı ya da gösteri etkisi kuvvetli ama içi hayli boş, "durumdan vazife çıkarma" esaslı bir acil müdahale eylemlerinin aldığı görülüyor. Bu da Tanzimat süreçlerinde başlayan; Cumhuriyet'in kuruluş süreçlerinde bir dereceye kadar devam eden; ama son yarım asırda iyice çözülen siyasal akıl geleneklerini düşündürüyor. İkinci olarak, askerî-siyasî toplumsallaşma sadece iktidarların değil; bu ölçüde de muhalefetlerin de zihniyetini ve üslubunu belirliyor. Dolayısıyla yer değiştirmeler, siyasî kültürel açıdan esaslı dönüşümler çıkarmıyor.
Asker-sivil (?) ilişkilerinin gerginleştiği bugünlerde dikkat edilmesi gereken olgu, bu ilişkilerin yalın iki özne arasında değil ve fakat çok katmanlı ve çok yönlü etkileşimlerin ürünü olduğunu akılda tutmak. Yani eğer Türk siyaseti askerî etkilerden arındırılmak isteniyorsa, bu sözde-sivil dünyanın kültürel dünyasıyla eş derecede ve eşanlı olarak hesaplaşmayı gerektiriyor. Çünkü sorun, askerlerin sivil dünyada ve özellikle de siyasette etkili olması sorunu değil. Daha önemlisi, bu süreçlerin taşıyıcısı olan sözde sivil süreçler ve bir o kadar da bunu tasfiye etmeye çalışan siyasî oluşumun içinde yatan benzer zihniyet birikimleri. Yakın çevresine, "Bazı şeyleri askerlere anlatabiliyor ve kabul ettirebiliyorum da, sivillere anlatamıyorum." diyen merhum Özal'ın yakınmasını doğru anlamak gerekiyor.
Bu hesaplaşmada entelektüel düzeyde yeni Gramsci okumaları yol gösterici olabilir. Bunu yaparken eleştirel olmak gerekiyor. Onun tespitleri son derecede değerli, çözüm önerileri değil. Gramsci'nin "alternatif hegemonya" kavramını sevimli bulduğumu söyleyemem. Ayrıca bunu, Gramsci'de olduğu gibi bir "savaş" senaryosuna dayandırmanın da hiçbir anlamı yok. Çünkü yine Gramsci'nin metodunu izlersek hegemonyalar arası savaş son tahlilde savaşın hegemonyasını üretmez mi? Ama Gramscici yaklaşımın, sivil toplumun sivilliğini derinlemesine tartışan tespitlerinin son derecede önemli olduğu aşikar.
Kaynak: Zaman