Bir gösterge olarak Obama protokolü

Başbakan Erdoğan-Obama buluşması, son on yılda Türkiye'nin geldiği ve de gelemediği yerin tespiti açısından son derece önemli göstergeler içeriyor. Hem resmi heyetlerin yorumları ve konumlanışı hem de yorumcuların, siyasilerin olaya bakış tarzını anlamak, bir zihin çözümlemesi yapmak için böylesine her şeyi özetleyen, gösterge değeri yüksek bir olay/olgu zor bulunur.

Sorun şu ki: Türkiye'nin bölgesel dengeler, hatta küresel aktörler arasında geldiği yeri yorumlarken eleştirel bir tutuma sahip olanlarla iktidardan yana olanların bakışındaki sağlıksız yorumlama biçimleri gerçeği örtüyor. Ya Amerika'ya bile kafa tutan küresel aktör (bölgesel aktör olmak küçük geliyor!) yahut Amerika'nın bölgedeki kuklası konumunda bir Türkiye resmi…

Gezinin göstergesel yanıyla öne çıkan bazı verilere göz atalım.

Obama yönetimi Başbakan Erdoğan'ı birinci sınıf bir protokolle ağırladı. Bu durum Türkiye'nin artık küresel güç olduğunu teyit eden, Amerika'ya karşı talepkâr olan değil eşit şartlarda pazarlık yapan bir ülke olduğunu gösterir. Bir kere bu protokol meselesi önemli, ancak bu göstergeden hareketle aşırı bir yorum yapmak yersiz. Hatırlanacak olursa Turgut Özal'a da benzeri, hatta daha ileri bir protokol uygulanmıştı. Özalizmin hakim olduğu bir Türkiye'nin Amerika'dan bağımsız bir Türkiye'yi temsil ettiği söylenebilir mi? Türkiye'nin eski Türkiye olmadığı muhakkak ama 'küresel güç olmak' gibi aşırı yorumların ciddiye sorunu bir yana bölgesel güç oluşunun da sınırlarını ziyaret öncesi gelişmeler yeterince açıkladı.

Suriye konusunda istediğini almak yerine, 'Esad gitmeli' somut açıklamasının dışında Türkiye'ye karşı pozisyonda bir değişiklik olmadığı net. Türkiye ise daha önce 'ipe un sermek' dediği Cenevre toplantısı gibi diplomatik girişimlere ikna edilmiş oldu.

Ziyaret öncesi Reyhanlı'da patlayan bombaların Türkiye'ye gücünün sınırlarını, retorikle reel politik arasındaki farkı hatırlatan kanlı bir ihtar olarak okumanın düşmanlara küfretmekten daha faydalı olacağı aşikar. Bölgede yegane güç olmak, devrimleri yönlendirmek gibi erken gelen aşırı özgüvene dayalı ayakları yere basmayan retorik, iki yıldır devam eden Suriye sorunuyla da realiteyle yüzleşme imkanını değerlendirmemiş görünüyor hala.

Başbakanına gösterilen bu ilgi Türkiye'nin ekonomik kalkınmışlığının ve bölgede artık vazgeçilmez bir güç olduğunun işaretidir. Doğru. Türkiye on sene öncesinin Türkiye'si değil. Amerika da eski tek kutuplu dünyanın yegane küresel gücü değil. Ancak Türkiye'nin ekonomik olarak aldığı mesafe, küresel sisteme eklemlenmesinin bir sonucudur. Bu anlamda neoliberal politikaların kısa süreli ekonomik başarısı söz konusu. Bu ekonomik başarı, İslamcı olduğu özellikle vurgulanan iktidarın eliyle kapitalizmin ülkeye tüm kurumlarıyla yerleşip küresel sisteme entegre edilmesinden ibarettir. Bunu, bağımsız bir model olarak, Ortadoğu'ya İslamcı siyasetin bir başarısı gibi takdim etmek göz boyamak değil midir?

Öte yandan Türkiye'nin Amerika'nın emrine amade bir iktidar tarafından yönetildiği iddiası, hem tarihsel şartlar hem reel olan açısından gerçeklik sınırlarını zorlar. Evet, stratejik anlamda Türkiye, Batı ittifakı içindedir ve temel tercihleri açısından büyük ölçüde Batı'nın, yani Amerika'nın belirlediği çerçeve içinde hareket etmeye mahkumdur. Ancak Türkiye'nin pazarlık gücünün olmadığı algısı, tarihsel tecrübesi ve dünya ile ilişkileri açısından gerçeklikle örtüşmez.

Suriye'deki pozisyona gelince; bu tam anlamıyla Türkiye gerçeğinin zaaf ve imkanlarını göz önüne seren, bedeli acı olan bir turnusol kağıdıdır.
Mısır'da olduğu gibi Suriye'deki değişime öncülük etme niyetini çok erken açığa vuran Türkiye, geçen zaman içinde imkanlarının ve gücünün ne kadar sınırlı olduğunu fark ettiren acı bir tecrübe yaşadı. Bu acı tecrübe, hem Türkiye'nin uluslararası sistemin reflekslerini ne kadar doğru okuyup okuyamadığını hem de kendi kapasitesi ile retorik arasında ne kadar sağlıklı bir ilişki kurabildiğini test etme imkanı verdi. Bedeli yüz bine yaklaşan can kaybı ve harap olmuş bir ülke olsa da bu durumun tek sorumlusu da elbette Türkiye değil. Obama görüşmesi Suriye konusunda Türkiye'nin hareket kabiliyeti ve pazarlık gücünün imkanlarını gösterdiği gibi, aynı zamanda sınırlarını da ihtar etmiş bulunuyor.

Suriyelileri Esad diktasına karşı cesaretlendiren Amerika'nın, Libya örneğinde olduğu gibi, doğrudan müdahale edeceği ve birkaç ay içinde rejimin çökeceği beklentisi Amerikan siyaset tarzındaki ahlaki sorunu ortaya çıkardığı kadar bunu doğru okuyamayan muhalefetin de zaaflarını ortaya koydu. Türkiye bu süreçte açıkta kaldığı gibi başta koyduğu kırmızıçizgileri aşmak zorunda kalan ülke konumuna düştü. Tüm bunları, Obama görüşmesi öncesi Reyhanlı'da meydana gelen gelişmelerle sonrasındaki sonuçlara ikna oluş arasında anlamlı bir bağ kurmadan okumak zorlaşıyor.

Amerika'nın Esad'ı kolladığı doğru ama bu muhalefeti desteklemediği anlamına gelmiyor. Meydan okuması muhtemel İslamcı bir Suriye'den ise sistem içi olmasa da kontrol altında laikliği öne çıkan bir Esad rejiminin tercih edildiği sır değil. Benzer biçimde Esad sonrasından endişe eden İsrail'le İran'ın Esad'ı desteklemesinden İran-İsrail gizli ittifakı çıkarsaması yapılabilseydi Türkiye'yi Mossad'ın yönettiğine hükmetmemiz gerekirdi. İstikrarsız, güçsüz bir Suriye İsrail'in işine gelir. Müdahale etmeye başından beri niyeti olmayan Amerika'nın 'aşırı dinci' muhalefet yerine hem güç hem prestij kaybıyla görece anlaşabileceği ılımlıların etkin olacağı bir 'devrim'i yeğlediği açık. DEVAMI>>>