Batı 'örnek diktatör'ünü kaybetti...

 
 
200 bin Doğu Timorlunun ölümünden sorumlu olan Endonezya diktatörü Suharto, işgal ettiği toprakların ve ülkesinin kaynaklarını 'paylaştırması' karşılığı Avustralya, Britanya ve ABD tarafından desteklendi. Batılı liderler diktatörün suçlarını gizlemeyi kariyer konusu haline getirdi

'Death of a Nation' (Bir Ulusun Ölümü) filmimde, Timor adası üzerinde uçan bir Avustralya uçağının yolcu kabininde çekilmiş bir sahne vardır. Bir parti devam etmektedir ve takım elbiseli iki adam şampanya kadehlerini şerefe kaldırmaktadır. "Bu eşsiz bir tarihsel an" der biri, "gerçekten tarihte eşsiz bir an." Avustralya Dışişleri Bakanı Gareth Evans'tır bu adam. Diğeriyse Endonezya diktatörü General Suharto'nun sağ kolu Ali Alatas. 1989 yılıdır ve iki adam Avustralya ve diğer uluslararası petrol ve doğalgaz şirketlerinin, o dönem Suharto'nun acımasız ve yasadışı işgali altındaki Doğu Timor'un deniz yatağını sömürmesini sağlayacak anlaşmayı imzalamasının şerefine sembolik bir uçuş yapmaktadır. Evans'a göre, 'milyarlarca dolarlık' bir ödüldür bu.

Bizim örnek kitle katliamcımız
Onların altındaysa haçlardan menkul bir ülke vardır: Gökyüzüne doğru uzanan büyük siyah haçlar, tepelerdeki haçlar, yamaçlardaki haçlar. Doğu Timor'da gizlice çekim yaparken, çalılıkların arasına yürürdüm ve orada da haçlar görürdüm. Toprağı kaplamışlardı ve göz alabildiğine uzanıyorlardı. 1993'te Avustralya Parlamentosu'nun Dış İlişkiler Komitesi Endonezya işgali altında 'en az 200 bin kişinin' öldüğünü rapor ediyordu; yani nüfusun yaklaşık üçte biri. Ancak Doğu Timor'da ABD, Britanya ve Avustralya tarafından bilinip beslenen dehşet, aslında daha önce yapılanların bir sonucuydu. Tarihçi Gabriel Kolko şunları yazıyordu: "1945'ten sonraki dönemde Amerika'nın Endonezya'da oynadığı rolden daha kanlı bir başka eylem bulunamaz, zira ABD katliam başlatmaya gayret etti." Kolko, Suharto'nun 1965-66'da, 1 milyon insanın hayatına mal olacak biçimde iktidarı ele geçirmesinden söz ediyordu.
Pazar günü ölen Suharto'nun önemini anlamak için mevcut dünya düzeninin görünmeyen yüzüne, yani sözde küresel ekonomi ve onu idare edenlerin acımasız sinizmine bakmak gerek. Suharto bizim örnek kitle katliamcımızdı -burada 'bizim' kelimesini gayet bilinçli kullanıyorum. Batı adına konuşan Thatcher, Suharto'dan, 'Bizim en değerli ve en iyi dostlarımızdan biri' diye söz ediyordu. 30 yıl boyunca Avustralya, ABD ve Britanya hükümetleri, Suharto'nun Kopassus diye bilinen Gestaposunun işlediği suçları gizlemek için yorulmak bilmeden çalıştı; o Kopassus ki, Avustralyalı SAS ve Britanya ordusu tarafından eğitildi, insanları Britanya'nın verdiği Tactica 'isyan kontrol' araçlarına takılmış Britanya menşeili Heckler ve Koch marka makineli tüfeklerle tarayıp öldürdü. Kongre'nin doğrudan silah tedarikini yasaklaması üzerine Gerald Ford'dan Bill Clinton'a kadar bütün ABD yönetimleri, perde arkasında ve ticari tercihlerle lojistik destek sağladı. Britanya Ticaret Bakanlığı bir yıl içinde Suharto'ya Hawk savaş ve bombardıman uçakları almasına imkân veren 1 milyar pound'luk güya düşük faizli kredi sağladı. Doğu Timor köylerini alçak irtifadan bombalayan uçakların faturalarını Britanyalı vergi mükellefleri ödedi ve silah sanayii kârlarını katladı. Ne var ki Suharto yaltakçılığı konusunda kimse Avustralyalıların eline su dökemezdi. Suharto'nun Doğu Timor'u işgal edeceğini önceden Canberra'ya bildiren Avustralya'nın Cakarta büyükelçisi Richard Woolcott, o meşum telgrafında şunları yazıyordu: "Endonezya'nın şu an Avustralya'dan beklediği.. tutumlarına yönelik biraz anlayış ve Avustralya'daki kamuyonun anlayışını desteklemek yönünde olası çaba..." Suharto'nun suçlarının üzerini örtmek, Woolcott gibiler için bir kariyer konusu haline gelirken, bu kitle katliamcısına gani gani 'anlayış' gösterildi. Bu anlayış, iki Avustralyalı televizyon muhabirinin Suharto'nun askerleri tarafından Doğu Timor işgali sırasında soğukkanlı bir biçimde öldürülmesinin ardından Gough Whitlam'ın reformcu hükümetinin alnında silinmez bir leke bıraktı. "Halkınızın sizi sevdiğini biliyoruz" diyordu başbakan Bob Hawke diktatöre. Onun halefi Paul Keating'in tiranı bir baba figürü olarak nitelemesi akıllara kazındı. Endonezya birlikleri Doğu Timor'un Dili kentindeki Santa Cruz mezarlığında en az 200 insanı katlettiğinde ve Avustralyalı matemciler Canberra'daki Endonezya büyükelçiliğinin çevresini haçlarla doldurduğunda, dışişleri bakanı Gareth Evans o haçların imha edilmesi emri verdi. Suharto rejimini ifhal olmaz bir coşkuyla destekleyen Evans'a göre, katliam bir 'sapıtma'dan ibaretti. Avustralya basınının büyük kısmının, özellikle de Rupert Murdoch'un elinde olan gazetelerin bakışı da buydu. Murdoch'un Avustralya'daki uşağı Paul Kelly'nin başını çektiği bir grup ünlü gazete editörü o sırada Cakarta'ta diktatöre yaltaklanmakla meşguldü.


'Kara liste'yi ABD verdi
İşte burada Suharto'nun niye Saddam Hüseyin gibi darağacında değil de, milyarca dolarlık gizli servetiyle tutabildiği en bilgili tıp ekibiyle kuşatılmış bir halde öldüğüne dair bir ipucu var. 1960'ların üst düzey CIA operasyonları yetkilisi Ralph McGehee, Suharto'nun Endonezya'yı ele geçirirken uyguladığı terörü, yedi yıl sonra Şili'de Salvador Allende'yi deviren Amerikan destekli darbe için 'örnek operasyon' olarak tanımlıyordu. Şöyle yazıyordu CIA elemanı: "CIA Şili ordusu liderlerini öldürmek için solcu bir komplo hazırlandığına dair sahte bir belge hazırladı, (aynı) 1965'te Endonezya'da olduğu gibi." ABD'nin Cakarta büyükelçiliği Suharto'ya Endonezya Komünist Partisi (PKI) üyelerinden menkul bir 'kara liste' vermiş ve öldürüldüklerinde veya yakalandıklarında üzerlerine çarpı atmıştı. O dönem BBC'nin Güneybatı Asya muhabiri olan Roland Challis bana Britanya hükümetinin bu katliamda nasıl gizlice dahli olduğunu şöyle anlatmıştı: "Britanya savaş gemileri Malacca Geçidi'nden geçen Endonezya askerleriyle dolu bir gemiye, o korkunç soykırıma katılabilmeleri için eskortluk yaptı. O dönem ben ve diğer muhabirler bundan haberdardık... Gördüğün gibi, bir anlaşma söz konusuydu."


'Muhteşem bir hikâye'
Anlaşma şuydu: Suharto liderliğindeki Endonezya, bizzat Richard Nixon'ın deyişiyle, 'en zengin doğal kaynak hazinesi, Güneydoğu Asya'nın en büyük ödülü'nü verecekti. Kasım 1967'de Time-Life Şirketi'nin sponsorluğunda, Cenevre'de düzenlenen üç günlük dikkat çekici bir konferansta en büyük ödül teslim edildi. David Rockefeller'in öncülüğünde bütün dev şirketler orada hazır ve nazırdı: Büyük petrol şirketleri ve bankalar, General Motors, Imperial Chemical Industries, British American Tobacco, Siemens, US Steel ve daha niceleri. Masanın etrafında Suharto'nun, ülkelerinin parça parça büyük şirketlere satılmasına olur vermiş Amerikan eğitimli iktisatçıları oturuyordu. Freeport şirketinin payına Batı Papua'da bir bakır dağı düşmüştü. Bir Amerikan-Avrupa konsorsiyumu nikeli almıştı. Dev Alcoa şirketi Endonezya'nın boksitinden en büyük paya konmuştu. Amerikan, Japon ve Fransız şirketleri Sumatra'nın tropikal ormanlarını elde etmişti. Yağma tamamlandığında Başkan Lyndon Johnson 'Fırsatlar ve vaatlerle dolu muhteşem bir hikâye' sözleri eşliğinde tebriklerini gönderdi. 30 yıl sonra Doğu Timor'daki soykırımın tamamlanmasıyla birlikte de Dünya Bankası Suharto diktatörlüğünü 'örnek bir öğrenci' olarak niteledi.
Suharto'nun ölümünden hemen sonra, Thatcher döneminde Endonezya diktatörüne silahlarının büyük bölümünü sağlamakla sorumlu bakan olan Alan Clark'la konuştum. "Böylesine bir insan kıyımına ve acısına yol açtığınızı düşünüp kişisel olarak hiç üzüntü duydunuz mu?" diye sordum kendisine.
"Hayır, en ufak bir üzüntü duymadım. Bunu bir kez olsun düşünmedim bile" diye yanıt verdi.
Ve konuşma şu minvalde ilerledi:
"Bu soruyu sordum, çünkü okuduğum kadarıyla vejetaryensiniz ve hayvanların öldürülme biçimiyle ciddi şekilde ilgileniyorsunuz."
"Evet?"
"Bu ilgi insanları kapsamıyor mu?"
"Bu da nereden çıktı."

Kaynak: Radikal