Geçen hafta içinde New York Times'ta okuduğum bir haber oldukça dikkatimi çekti. Birinci sayfadan 4 sütuna yan manşet olarak verilen habere göre 2050 yılında Hispanik, Latino, Kızılderili vb. grupların toplam nüfusu beyaz Amerikalıları geçecekmiş.
Daha açık ifadeyle bugün azınlık olanlar 2050'de % 53'lük bir oranla çoğunluk olacakmış. Nitekim manşet başlığı azınlık-çoğunluk kavramlarının kullanıldığı kurgu üzerine bina edilmiş.
Haberde anlatılan muhtemel tablo aslında tarihî bir deverânın göstergesi. Çünkü bugünkü ABD topraklarını sahiplenip kendilerini hakiki Amerikalı gören Avrupalı göçmenler, 1500'lü yılların başında % 4'lük bir nüfus yoğunluğuna sahipler. Kızılderililer ise % 96. 1700'lü yılların sonunda bu tablo Avrupalı göçmenler lehine değişiyor; oran % 64. Kızılderililer ise ciddi ölçüde gerilemeye başlamış. Bu arada birinci, ikinci, üçüncü göç dalgaları diye adlandırılan Meksika başta olmak üzere dünyanın dört bir yanından devam eden göçlerle başka etnik unsurlar ülkeye yerleşiyor. Hispanikler ve Latinoların ağırlıklı kesimi teşkil ettiği bu göç dalgasında Hindistanlılardan Araplara kadar birçok etnik köken var. Göç ve doğumla sürekliliğini devam ettiren bu deverân yukarıda ifade ettiğimiz gibi 2050'de Avrupa kökenli Amerikalıların aleyhine bir tablo çıkartacak.
Bu zaviyeden baktığınızda aslında anormal bir durum yok. Çünkü ABD kuruluş günlerinden bu yana ne bir ulus-devlet ne de devlet-ulus. Yani ne 20. asır Avrupa ve Asya'sında gördüğümüz üzere ırk temelli siyasi ve sosyal yapılanmaya sahip ne de devlet erkinin taban kitleye dayattığı bir etnik köken anlayışına. Aksine insanların etnik kökenlerini olduğu gibi kabullenip vatandaşlığı sosyal bir mukavele esası üzerine kurmuş. O mukavelede yer alan şartlara bağlılık, dini, dili, cinsi, mezhebi ve ırkı ne olursa olsun ilgili kişiyi ABD vatandaşı olmaktan alıkoymuyor. Çoğulcu toplum anlayışı bu sistemin temelini oluşturuyor bir başka tabirle. Tabii bu kadar farklı özelliklere sahip tabanı bir devlet çatısı altında yönetmek kapsayıcı ve kucaklayıcı bir siyasi rejimi gerektiriyor. Demokrasi de bunu sağlıyor. Hatta şöyle denilebilir; demokratik sistemin ABD'de bu kadar yerleşik olmasında mezkur çoğul yapının rolü büyük.
Dengelerin değişmesi öyle kolay değil!
Buraya kadar aktarmaya çalıştığımız haber ve haber üzerine yapılan kısa yorum anlaşılabilir, kabullenilebilir bir muhteva izliyor sanırım. Ama sonrasına dikkat edin; haber, sunumda tercih edilen üslup ve ruhuna içirilen mana ile her tarafından bir yerlere mesajlar sunuyor. Adeta; "bu işin önüne geçmek için yarın çok geç olabilir. Haydi göreve!" diye çağrı yapıyor. Siz zannedersiniz ki 2050'de çoğunluğu ele geçirecek azınlık, bugün ABD'de yaşamıyor; uzaydan gelip burayı ele geçirecekler veya en azından üçüncü, beşinci sınıf vatandaş. Halbuki böyle bir şey söz konusu değil. Yarının çoğunluğu, bugünün azınlığı olan insanlar bu ülkede bugün itibarıyla ABD vatandaşı olmanın bütün nimet ve külfetini kendilerine hakiki Amerikalı diyen Avrupalı göçmenlerle birlikte paylaşıyorlar. Vergi ödemeden askerliğe kadar hemen her yerde birlikteler. Hatta burada "dirty job" denilen çöpçülükten maden işçiliğine uzanan ağır işleri onlar üstleniyorlar.
Eğer üslup ve haberin ruhundan okuduğumuz bu ihtimaller doğruysa ve ülkenin iç denge ve dinamiklerini belirleyen güçler buna müsbet cevap verirse yakın gelecekte çifte standartlı uygulamalara daha çok şahit olacağız demektir. Kehanet olarak algılanmamalı bu söylediklerim. Çünkü 11 Eylül sonrası bahsini ettiğimiz çifte standart İslam ve Müslümanlar özelinde acı acı yaşandı ve hâlâ yaşanıyor. Dünyanın jandarmalığını üstlenen, tek kutuplu dünyanın süper gücü olarak kendini gören, Rusya ve Çin başta her türlü potansiyel rakibi alt etmek için kısa, orta ve uzun vadeli plan ve projeleri devreye sokan bir üst yapının evinin içindeki dengeleri değiştirecek muhtemel gelişmelere rahatlıkla izin vereceğini zannetmek zaten dünyayı bilmemek demektir. Mazisi neredeyse yüzyıllara dayanan "yeni dünya düzeni" plan ve projeleri ile aleme nizâmât vermeye çalışanların bundan bir çırpıda vazgeçeceklerini ummak ve kendini yerinden-yurdundan edecek gelişmelere seyirci kalmaları beklenemez.
Bir ülkenin içinde yer alan statüko taraftarı iç dinamik güçler her zaman değişim ve dönüşümün önünde Berlin Duvarı gibi durmuşlardır. Sebep nettir; statükonun kendilerine sundukları maddi-manevi imkân ve imtiyazları kaybetmemek. Atanmışlar, diğer bir tabirle bürokratik kadro burada kilit rolü oynar. Üniversiteler, zengin işadamları, medya ve eğer demokratik değerler yerli yerine oturmadıysa silahlı güçler bu süreçte ikinci-üçüncü derecede rol oynayan yapılardır. Bizim ülkemizde de AB'ye üyelik bağlamında ortaya çıkan çatlak seslerin, "istemezük" diye ortalığı birbirine katanların, hatta bu hususta silahlı örgütlenmeye kadar gidenlerin kimler olduğunu sanıyorsunuz? Görünüşte öne sürdükleri ve inanmamızı istedikleri sebeplere aldanmamak lazım. AB gibi bir dış dinamiği yedeğine alarak değişim ve dönüşüm isteyen iç dinamiklerin önünü kesme mücadelesidir yaşananlar. Statükoyu, onun sunduğu imtiyazları kaybetmeme tek hedefleridir.
Pekala bu Berlin duvarı aşılabilir mi? Eğer dış dinamikler hukuki, ekonomik, siyasi argümanları yedeğine alarak değişim taraftarı iç dinamiklerin yardımına koşarsa aşılabilir diye düşünüyorum. İletişim ve ulaşım vasıtalarının geniş bir kullanım ağına sahip olması, demokrasiyi daha iyi özümsemiş taban kitleye sahip olması itibarıyla ABD'nin bu noktada mesela bizim ülkemizden çok daha şanslı olduğuna inanıyorum. Her ülkenin kendine özgü derin gerçekleri vardır. Her nedense söz konusu gerçekler derin olunca ortaya çıkan yapılanmalar ve yapılanlar çok değişmemektedir. Sahi, John F. Kennedy, Martin Luther King, Malcolm X'i kim öldürmüştü?
Kaynak: Zaman