Asıl tehlike: Korku siyaseti


Yargıtay saldırısının hemen ardından saldırıya muhatap olan yargı üyelerinden biri saldırganın varsaydığı dini kimliğine vurgu yaparak, olayın laiklik karşıtı bir irtica girişimi olduğunu ilan etmişti ayaküstü. Yine hatırlanacağı üzere, rejimin irticai bir tehdit altında olduğunu ilan eden mesleği gereği hukuk donanımına, mantığına ve de adalet duygusuna sahip olması beklenen yargı mensubunun iddiasına dayanak olarak gösterdiği, saldırganın ateş ederken sarfettiği sözleri (tekbir getirmek gibi) aslında hiç sarf etmediği ortaya çıkmıştı.

Bunu neden hatırlatmak gereği duyuyorum? Saldırı ile "Ergenekon" çete oluşumu arasındaki bağlantılar ortaya çıktıkça yapılan yorumlardan bir adım geri adım atmamaları Türkiye'deki korku siyasetinin nasıl işlediği konusunda bir fikir vermektedir. Silahlı saldırı sonunda ayaküstü rejimin nasıl bir saldırı karşısında olduğunu açıklayarak irtica karşıtı kampanya başlatmak isteyenlerle sokak çetelerini kullanarak memlekette kargaşa çıkartmak isteyenlerin aynı dili kullanıyor olması 'korku siyaseti'nin seçkinler nezdinde sanıldığından daha fazla kök salmış olduğunu gösterir.

Ortada sokak çetelerini kullanarak topluma korku salarak, kargaşa çıkarmak ve devletin organları arasında rejim tehdidi algısını yoğunlaştırmak isteyen, bir adım sonrasında darbe ortamın oluşturma planları yapan birtakım derin oluşumlar söz konusu. Yargı mensuplarının bile kafalarındaki hazır kalıplara uygun olarak "irtica korkusu"nu silahlı kalkışma boyutlarında algılanmasını isteyen bir çeteleşmenin nerelere kadar uzandığı ortaya çıktı. Halkı hükümete karşı isyana teşvik etmekten yargılanan bir çetenin marifetleri, en azından bir kısmı, ortaya çıktı.

Bu durumda, ayak üstü rejimin tehdit altında olduğunu söyleyenlerin televizyon kameralarının karşısına geçip canlı yayında yaptıkları açıklamalardan dolayı özür dilemeleri, en azından yanlış anlaşılma olduğunu açıklamaları beklenirdi.

Burada tuhaf olan husus şu: Halk arasın da kargaşa çıkararak korku ve panik oluşturmak isteyen çetelerin bu konuda en çok bir kısım okumuşlar, seçkinler ve de devletin en üst kurumlarında görev yapanlar arasında etkili oldukları anlaşılıyor. Adalet duygusu ve hukuk bilgisine sahip olması beklenen yargı mensubunun ayaküstü açıklamalarına uyarak halk da benzer bir korkuya kapılsa sonuç ne olurdu dersiniz. Bir avuç çeteci memleketi istediği yöne çekebilecek demekti. Şükür ki halkımız okumuşlarımızdan da devleti yönetenlerden de daha aklı selim sahibi, en azından sağduyulu.

Burada sorun şu; çetecilerin oluşturmak istedikleri algının büyük kısmı zaten devletin belli kademelerinde, belli seçkin çevrelerde zaten var olmasıdır. Korku siyasetini sokakta geçerli kılmak isteyenlerle medyada, akademik alanlarda belli yer işgal edenler, belli siyasetçiler arasında ortak bir algının olması hiç de hayra alamet değil. Bu durum; korku siyaseti izleyenlerin çeteci oldukları anlamına gelmez. Ancak benzer korkulardan besleniyor oldukları izlenimi vermeleri herkes adına tedirginlik verici…

Başörtüsü yasağı sorununa dair bir iki cılız adım atılmaya başlar başlamaz yükselen tehlike uyarıları ile saldırı sonrası yapılan açıklama arasındaki dil benzerliğine dikkat etmeli. Ortak bir korku dili kuruluyor ve bu dil üzerinden memleketin geleceği rehin alınıyor.

Üniversite rektörü düzeyinde okumuş insanlar toplumun vicdanına, inancına; benliğine, varoluş şartına rağmen tehlike zilleri çalarak belli çevrelere mesaj veriyor. Medya organları devlet televizyonuna çıkan bir sosyologun başörtüsünden yola çıkarak korku siyasetini yaygınlaştırmaya çalışıyor.

Türkiye'de bir bir tehlike varsa bu da yürütülen ve seçkinler katında yaygın kabul gören 'korku siyaseti'dir. Korku siyaseti bu memlekette bir rejim sorunudur.

Kaynak: Yeni Şafak