Ankara'nın dış politika performansı

 

Ankara dış politika açısından çok hareketli günler yaşıyor.
Bir yandan Cumhurbaşkanlığı, bir yandan Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı... baş döndürücü bir ilişkiler ağının içinde...
Bir yandan Ortadoğu: Irak, İran, Suudi Arabistan, Suriye, Filistin, İsrail... Gerek devlet başkanları seviyesindeki ziyaretler, gerekse Filistin – İsrail ilişkilerinde Peres ile Mahmud Abbas'ı buluşturan Ankara hamlesi...
 Bir yandan Avrupa: İlerleme raporu ekseninde hareketli günler... Başbakan'ın İngiltere, İtalya seyahatleri... Çek Cumhuriyeti ziyareti.
Bir yandan Amerika: Erdoğan – Bush görüşmesi...

Bir yandan Kafkaslar: Gürcistan Devlet Başkanı'nın Ankara ziyareti...
Bütün bunlar, Ankara'nın bu coğrafyada önemli bir aktör olduğunun göstergesi...
Hiç şüphesiz Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan'ın proaktif siyaseti ile Türkiye dünya politikasında öne çıkmış durumda.

Ama bu durum, her şeyin güllük gülistanlık şekilde seyrettiği ve her işi doğru bir mecraya akıttığı anlamına gelmiyor.

Halk deyimi ile bu pilavın daha çok su götüreceği muhakkak.
Belli ki Ortadoğu gibi bir coğrafyadayız ve bu coğrafya bir çok uluslar arası çıkarın buluştuğu bir dünya...
Evet, İslam coğrafyası...

Ama, belki de, taa Birinci Dünya Savaşı zamanlarına uzanan süreçte en az Müslümanların etkin bulunduğu bir coğrafya...
Ve bugün, Kuzey Batı Afrika'dan Çin Seddi'ne kadar olan dev boyutu ile yeniden tanzimi öngörülen bir coğrafya...
Barış iklimini çoktan kaybetmiş...
Bir savaş coğrafyası...

Küçük küçük parçalara bölünmüş, bu yönüyle küresel güçlerce manipülasyonu kolaylaşmış bir coğrafya...
İslam ortak paydalarına rağmen, birbiri ile iletişim için bile büyük emekler sarf edilmesi gereken bir coğrafya.

Bu coğrafyanın etkin aktörü olmak da kolay değil.
Belirlediğiniz çok iyi niyetli politikaları hayata geçirmek de kolay değli.
Diyelim bir D – 8 Projesi, bir yığın düşmanlık çekti ve onu geliştiren siyasi hareket, kapatılmak dahil büyük darbeye maruz kaldı.

Problem şu:
Hem bu coğrafyada tabii çıkarı olduğunu düşünen ve bunun için savaşı göze alan süper güçlerle çatışmamak, hem de bu coğrafyanın çıkarlarını gözeten formüller geliştirmek mümkün mü?
Türkiye ve şu an onu yönetme sorumluluğu taşıyan Ak parti hükümeti, bu zor alanda diplomasi yapıyor.
Peki başarılı oluyor mu?
Oyun henüz sürüyor.
Bir satrancı seyrediyoruz.
Her oyuncunun hamlesi var.

"Kazan kazan" politikası diyoruz, süreci yönetmek diyoruz, başka şeyler diyoruz, Ankara'da şaşaalı fotoğraflar veriyoruz vs...
Satrancın niteliği, her hamlenin epey bir zaman aralığından sonra sonuç vermesi... Bir hamleler kurgusunu gerektirmesi... Diplomaside de bu var. Burada söylediğiniz söz, attığınız adım, vurduğunuz fiske, kaç hamle sonra nereyi tetikleyecek, bunu görebilmek önemli...
Onun için Ortadoğu ile ilgili tüm değerlendirmelerde "kaygan zemin" hassasiyetinin hep diri tutulması gerekiyor.

Mesela, İsrail devlet başkanı Şimon Peres'le, Filistin devlet başkanı Mahmud Abbas'ı yan yana getirip el ele tutuşturuyorsunuz. Ama Filistin gerçeği Mahmud Abbas'la sınırlı değil. Gazze'de Hamas var. Acaba Ankara'da Mahmud Abbas – Şimon Peres fotoğrafı Gazze'de nasıl algılandı?
Gül – Peres buluşmasında İsrail Devlet Başkanı İran'ın nükleer gücüne dikkat çekiyor ve bunu "tehdit" olarak niteliyor. "İran'ın nükleer çalışmaları mutlaka durdurulmalı" diyor.

Alın işte sorun:
Türkiye biliyor ki, nükleer çalışmalar çok daha önce İsrail'de başladı ve şu anda İsrail'in elinde önemli miktarda nükleer silahlar var. İran ise ısrarla, henüz, nükleer çalışmaları enerji boyutunda tuttuğunu ifade ediyor. Ama Amerika merkezli dünya İran'a öfke savururken, İsrail'e tık demiyor. Türkiye ne yapsın? Amerika – İsrail ekseninde mi dursun, İran'a arka mı çıksın, yoksa Arafta mı oyalansın?
Fevkalade hassas dengeler içinden sağlıklı bir Ortadoğu politikası üretmek gerekiyor.
Amerikan işgali Irak'ta başlı başına bir sorun.
Amerika'nın tüm coğrafyaya ilişkin hesapları başlı başına bir kaygı meselesi...
Amerika ile, yani böyle bir süper güçle eş – başkan olmak, acaba, vaktiyle İnönü'nün dediği gibi ayı ile yatağa girmek anlamına geliyor mu?
Ya da Amerika'ya tavır koymak sağlıklı, kahramanca bir politika mı?
Neresinden baksanız bin bir ihtimale açık bir dış ilişkiler yumağı söz konusu...
Hükümetin iyi niyetinden, Türkiye'yi tarihine yaraşır bir aktör haline getirme arzusundan kuşku duymak gereksiz. Çünkü bu hükümetin kadroları, hayatları boyunca "Büyük Türkiye" idealiyle yaşadılar.
Ama bu işler usta diplomasi, ekonomik – askeri güç, iç insicam gibi çok temel zaruretleri gerektiriyor. Burada son söz olarak, Türkiye'nin oraya doğru yürümesi ve yönetici kadroların basireti için dua edelim, derim.