Alkışın gücü adına!

Cumhuriyet seçkinleri için onu yarınlara taşıyacak toplumsal gösterge 'alkış'tı. Cumhuriyet alkış sesinin yüksekliği oranında kendini güvende hissedebilirdi.

Alkış sesinin duyulduğu yerlerde cumhuriyet devrimlerinin de emin ellerde olduğu düşünüldü. Ne kadar çok insanın, hangi sıklıkla alkışa katıldığı oranında seçkinler yarınlara güvenle bakabiliyordu. Bu nedenle askeri geçit resminden çocuk bayramına hazırlanan her mizansen alkışa göreydi. Alkışın tonuna yahut katılım sayısına bakarak rejimin tehlikede olup olmadığını anlıyordu bu cumhuriyet erbabı.

Alkışa katılımdan başka toplumla paylaşabilecekleri pek bir şey yoktu. Alkış dağıtmakta cömerttiler. Alkışlamaktan elleri kızaranların başkalarına el açıp açmadıklarının pek önemi yoktu. Hatta neyi alkışladıkları da o kadar önemli değildi. Belli günlerde, belli mekanlarda, belli ritüelleri yerine getiren bir alkış eyleminin gerçekleşmesiydi önemli olan.

Bu nedenle tüm yıldönümlerinin, anmaların törensel bir ayin içinde gerçekleştirilmesine özel itina gösterilmişti. Devlet hayatı adeta alkış ritüelinin gerçekleşeceği törensel gösterilere göre düzenlenmişti. Devletin varlık göstergesi alkış uğultusunun desibel değerine ayarlanmıştı.

Alkışlayanların alkışlarken ne düşündüğünün de fazla önemi yoktu. 'Alkışlandığın kadar varsın' anlayışı geçerliydi. Seçkinlerin dışında kalan, sesini alkışla duyurabilen yahut alkışından başka sesine seçkinlerin kulak kabartmadığı alkışçılar ise kendilerini alkışladıkları kadar vatandaş sayıyorlardı.

Bundan 40 yıl önce Boğaz'ın üstünden iki yakayı birbirine bağlayan Boğaziçi Köprüsü tamamlanmıştı. Osmanlı'dan sonra bu zamana kadar İstanbul'da ilk defa bu hacimde yeni bir eser ortaya konmuş oluyordu. Boğaz Köprüsü İstanbul'a alkış dışında verilmiş ilk büyük yapıydı belki de.

Ne var ki cumhuriyet seçkinlerinin alkışla yaşatmayı denedikleri nizam adına halka bahşettikleri, en azından zahiren bu seçkinlerin hoşlanmadığı, kerhen iş tutmak zorunda kaldığı iktidarlarca yapılmış olması, alkış ritüelinin geçersizliği anlamına gelmiyor. Yıldönümlerine denk getirilen sembolik açılışlar da alkış vesilesi sayılacaktı... Alkışlamaktan eli şişen kesimlerin, alkıştan başka sesini duyuramayanların oylarıyla gelen sağ muhafazakar iktidarlar alkış bekleyenleri bu şekilde memnun edebiliyordu.

Cumhuriyetin 50. yılında faaliyete geçen ilk köprünün temelini sağ bir iktidar atmıştı; ikinci köprüyü de başka bir sağ muhafazakar parti inşa etti. Boğaz'ın iki yakasını denizin altından birleştiren demiryolunun cumhuriyetin 90. yılına denk gelmesi de tesadüf değil. Seçkinler nezdinde alkışlamaktan başka anlam atfedilmeyenler, ellerine geçen her fırsatta yapıp ettikleriyle, seçkinlerin dışında alkışlanacak başka değerler üreterek varlıklarını koruyabilirlerdi.

Sağ muhafazakarlık da -en azından başlangıçta- seçkinciliğin farklı yüzüydü. Yine de alkışın dışında bir ses çıkarma imkanı olarak dışlanmışların ses verebildiği partiler olarak seçkinlerce zoraki katlanılan realitelerdi. Tipik kalkınmacı sağ muhafazakarlığa evrilen merkez dışı güçler bile 'irtica'nın üssü gibi algılanacaktır. Hatta karşı devrim olarak tanımlanan, Demokrat Parti'yle başlayan, ezanın asli haliyle okunmasını milat bilen seçkincilik siyasal iktidardan çok müesses nizamın asli sahipliğine soyunacaktı.

Törensel ayinlerin her dem alkışa ihtiyacı vardı. Ritüeller; sadece zamanın gereği büyüme felsefesini, kalkınmacı ideolojileri kolayca benimseyen sağ-muhafazakarlığın sisteme sunduğu yeni adaklardı.

Resmi bayramların kutsanmış törensel formda icra edilmesine son verilmesine tepki gösterenler, büyüyen şehirlerde ve kalabalıklaşan nüfusta mümkün olup olmamasından çok, gölgelerin gücü adına, alkıştan beslenen, alkış bekleyen eski tapınak bekçileriydi ne de olsa! Andımız'ın kaldırılmasına gösterilen tepkiler; adeta seküler iman tazelemeye dönüşen bir ritüelin tekrarlandığı zamanlarda kendini güvende hissedebilenlerin son varlık gösterisiydi. Cumhuriyet'i, müdavimlerinin sadakatlerini ancak alkışla gösterebileceği bir uygarlık tapınağı sananların öfkesiydi... <<<DEVAMI>>>