Türkiye elli yıldır Avrupa Birliği kapısında bekletiliyor. Yarım yüzyıldır yıldır bekletiliyor olmamızdan devletin pek şikayetçi olduğu söylenemezdi. İki taraf da birbiriyle adeta maskeli balodaymış gibi bir ilişki kurmuştu. Türkiye Avrupalı gibi yaparak modası geçmiş modernlik projesini sorgusuz sürdürme ayrıcalığını yaşadı; kendinden menkul batılılaşma, çağdaşlaşma ve modernleşme projesinin elit/seçkinci toplum mühendisliğini meşrulaştırma anlamında, bağlayıcı olmayan bir referans olarak AB ile gevşek ilişkilerin sürdürülüyor olmasına çoktan razıydı.
Ne zamanki devlet kendi içinde dönüşüme karar verdi ve bu dönüşüm projesi ile AKP projesi çakıştı; ilişkiler ciddileşmeye başladı. Başka bir ifadeyle AB sürecinin içerde tetiklediği siyasal ve toplumsal dönüşümün meşrulaştırılması, benimsetilmesi ancak bu denli güçlü toplumsal tabanı olan bir siyasal iktidar eliyle gerçekleştirilebilirdi. Bu süreçte 1920'lerden kalma modernizmi çağdaşlık olarak dayatan seçkinci iktidar erki ayrıcalıklarını yitirirken yönetilemez hale getirdikleri Türkiye'nin yenilenmesinin de yine Batı yani Avrupa Birliği normları çerçevesinde gerçekleştirilmesi mümkün kılındı. Bu şekilde devlet dönüşürken çevredeki muhafazakar kesimi merkeze taşımış oldu hem de sistem referansını Batı'dan alan bir 'yenilenme'ye tabi tutuldu. 1950'lerde çok partili döneme geçiş sürecindeki yenilenme gibi ikinci büyük yenilenme neoliberal ekonomik yapıyla uyumlu siyasal dönüşüm gerçekleşmiş oldu.
AKP yöneticilerinin AB ilişkisini 'Katolik nikahı' ile tanımlamaktan büyük zevk aldıkları dönemdi. Siyasal ilişkiler, stratejik çıkarlar ve konjonktürel gerekliliklerin ötesinde metafizik bir anlam yüklenen kimi düzenlemelerin halk nezdinde mistik bir beklentiyle karşılanmasını sağladı. Dahası Kopenhag Kriterleri'nin pratik uygulamasından bağımsız olarak kimi kavramların felsefi anlamının sorgusuz içselleştirilmesi uzun vadede zihniyet dönüşümünü gerçekleştirdiği bile söylenebilir. Kimi kavramlar artık sorgusuz biçimde İslami hassasiyeti olan kitlelere benimsetilmiş, muhafazakar aydınlara da bu kavramların ve uygulamalarının meşruiyetini ve gerekliliğini savunmak kalmıştı.
Bu dönemin en çarpıcı ifadesi, 'Avrupa Birliği'ne bir medeniyet projesi olduğu için giriyoruz' şeklinde özetlenen hedefti. Kemalist muasır medeniyet seviyesine çıkma projesiyle ilgili tereddütleri, çelişkileri ve de muhalefeti olan kitle, bu medeniyet hedefine Avrupa Birliği çerçevesinde ikna edilmişlerdi. Muasır medeniyet seviyesine taşıyıcı kadrolar değişmiş; eski 'çevre', yeni 'merkez' olma yolunda mesafe kat etmiş; post-Kemalist dönemin aktörleri eskileri tasfiye etmiş görünüyordu.
Gel gör ki, bunca çabaya rağmen Avrupa'nın 'Katolik nikahı' yapmaya hiç de niyetli olmadığı bir kez daha belirginlik kazandı. Osmanlıdan beri tek yanlı yakınlaşma ilişkisi kurulan Avrupa'nın Türkiye'yi 'ne bırakma ne de içeri alma' politikasını sürdürdüğü, kapıda bekletmeyi mümkün kılacak şartlar, gerekçeler üretmekle meşgul olduğu bir kez daha ortaya çıktı.
Başbakan'ın 'hiçbir ülkeyi 50 yıl bekletmediler' diyerek çıkış yaptığı AB konusunda sabrı taşmış görünüyor. AB sürecini dengeleyici türden bir adım olarak Şangay Beşlisi'ni işaret edişine bile tahammül gösteremeyen Avrupacı kesimin tepkileri anlaşılabilir… DEVAMI>>>